28 Şubat için soruşturma başlatıldı

Ankara Özel Yetkili Başsavcılığı suç duyuruları üzerine 28 Şubat sürecine ilişkin soruşturma başlattı. Gerek duyulması halinde dönemin komutanları da ifadeye çağırılacak. Adalet Platformu, Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, Avukat Yunus Akyol, Genç Siviller, Mazlum-Der, Özgür-Der, İnsan Hakları Derneği, Hukukçular Derneği, Adaleti Savunanlar Derneği gibi sivil toplum örgütü ve kişiler tarafından çok sayıda suç duyurusu yapılmıştı.
Adalet Platformu suç duyurusu yapmıştı

Adalet Platformu, Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu, Avukat Yunus Akyol, Genç Siviller, Mazlum-Der, Özgür-Der, İnsan Hakları Derneği, Hukukçular Derneği, Adaleti Savunanlar Derneği gibi sivil toplum örgütü ve kişiler tarafından çok sayıda suç duyurusu yapılmıştı. Adalet Platformu, 28 Şubat 2011 tarihinde 28 Şubat 1997 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri için suç duyurusunda bulunmuştu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim edilen suç duyurusunda, bu darbelerde etkin rol alan kişilerin isimleri belirtiliyor ve bu kişiler ile sorumlu diğer tüm kişilerin cezalandırılması talep ediliyordu. Platform sözcüsü Adem Çevik’in savcılığa teslim ettiği ve olayın gerçekleştiği yer olması itibarıyla Ankara savcılığına aktarılan suç duyurusu dilekçesinde, ayrıntılı olarak belirtilen iddialardan dolayı ilgililere Türk Ceza Kanununun ilgili maddelerinin uygulanması, kamu davası açılması talep ediliyordu:

“Şüphelilerden Her Türkiye vatandaşı gibi bende bizzat manevi ve maddi zarar gördüm. 12 Yaş öncesine Kuran eğitim yasağı konulduğundan oğluma Kur’an öğretemedim. Kızımı İmam-Hatipe Gönderemedim… Tüm ailem müslüman olduğundan islama irtica denilmesi ve başörtülü olmak suçtur ayrımcılığı bana ve insanlığa karşı suçtur… Şüphelilerin cezalandırılması için kamu davası açılması ve tüm darbecilerin malvarlıklarına el konularak hazineye aktarılması, tüm darbecilerin ve destek verenlerin kamu kurum-kuruluşlarına-cadde ve sokaklara verilen isimlerinin de acilen silinmesini hukuki zorunluluktur. Darbeci isimleri kullananlara da darbeyi-suçu-suçluyu övme suçu ve suça iştirakden ve islama irtica dedikleri için islama-müslümanlara hakaretten de işlem yapılmasını, TSK ve Yargı mensuplarının da içinde bulunduğu CUNTAcılarla 27mayıs-12mart cuntacıları, 28şubat-27nisan muhtıracıları ve Ergenekon-Balyoz-Kafes-İrtica-Susurluk-pkk-kck-bçg-gladio vb. Çetelerle organik-inorganik bağlantılarının araştırılmasını özellikle insanlığa karşı suç işlenmesinden dolayı TCK 77. maddeye göre de cezalandırılmalarını arz ve talep ederiz.”

28 ŞUBAT YARGILANACAK MI?
28 Şubat, bir iki senelik kısa bir dönem değildir. Askeri vesayet zihniyeti, 1960’tan sonra, çeşitli kisveler altında günümüze kadar uzanmıştır. Askerin siyaseti istediği gibi şekillendirmesi, bazı gelişmeleri tehdit gibi görüp, engellemeye çalışması, 28 Şubat’la sınırlı kalmaz. Dikkat ederseniz, 28 Şubat “başarısı” daha sonra gelenleri de heveslendirmiştir. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat bin yıl sürecek” demesi, aslında askeri vesayet karşısında siyasi iktidarların aczine olan inancından kaynaklanmaktaydı. Nitekim, Batı Çalışma Grubu’nun başkanı olduğu bilinen Çetin Doğan Paşa, 2002’de AK Parti iktidarına karşı Balyoz Planı’nı, bu tecrübelerin ışığı altında başlattı. “Höt desek, sivil hükümet dayanamaz” düşüncesi hâkimdi.

Psikolojik harekâtın başarıya ulaşması, medya, bürokrasi ve aydınlarla işbirliğine bağlıydı. 28 Şubat’ta da Genelkurmay, rektörlere, yargı üyelerine, basın mensuplarına brifing vermemiş miydi? Refah Partisi’nden kaynaklanan büyük tehlikeyi onlara anlatmamış mıydı? Sermayeyi bile “Yeşil” diye nitelendirip, listesini yayınladılar. Askeri birliklerin, Ülker de dahil, “yeşil sermayeden” alışveriş yapmasını yasakladılar. Tabii, altyapıyı hazırlamak için o gün de medya devreye sokulmuştu; Balyoz Planı’nda da, işbirlikçi gazeteciler listesi hazırlandı. İşadamları, üniversite üyeleri, köşe yazarları ile irtibat sağlandı. Çok teferruata girmeyeceğim; Balyoz sonrası diğer gelişmeleri satır başlarıyla hatırlatmaya çalışacağım:

Jandarma Genel Komutanlığı’na gelen Şener Eruygur, Batı Çalışma Grubu benzeri Cumhuriyet Çalışma Grubu’nu Jandarma bünyesinde kurdu. “Sarıkız” darbe planını hazırladı; tutturamadı, çünkü Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, darbeci komuta heyetine karşı çıktı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek de, bütün safahatın bir güzel günlüğünü tuttu. Dedim ya, askerler için vesayet tabii bir süreçti. Bu yüzden çekinmelerine gerek yoktu.

2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde, yargının nasıl devreye sokulduğunu hatırlıyoruz. Anayasa Mahkemesi, toplantı yeter sayısının 367 olduğu iddiasını gerçek olarak kabul etti. AK Parti’nin seçim zaferi, cumhuriyeti koruma kollama heveslilerini bir nebze ürküttü ama kararlı bir grup, yola devam etmekte ısrarlıydı.

Anayasa Mahkemesi yeniden devreye sokuldu. Bu defa, AK Parti aleyhine kapatma davası açıldı. AK Parti bir oy farkla, kapatılmaktan kurtuldu fakat Anayasa Mahkemesi, başörtüsünü serbest bırakma çalışması dolayısıyla bu partiyi “laiklik karşıtı” ilan etmekte beis görmedi.

2007’in 27 Nisan’ında Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt e-muhtırayı yayınladı.

2007’de Ergenekon soruşturması ve operasyonlar başladı. Tedricen yoğunluk kazandı; kirli torbalar açıldı.

Askerin psikolojik harekâtla müdahaleye teşebbüs etmesinin son tarihi 2009’dur. Kafes Eylem Planı, İrtica ile Mücadele Eylem Planı ve İnternet siteleri AK Parti’yi yıpratıp, itibarsızlaştırmaya yönelmişti. Hepsi açığa çıktı. Şu anda, gizli saklı bir köşede hücre yapılanmaları mutlaka vardır. Ama çok şükür, güçleri kalmadı; millet de, iyice uyandı.

28 Şubat’ı yargılayacağız yargılamasına ama askerin, “rejimin hamisi” olduğunu düşünen, her fırsatta onlara davetiye çıkaran medya mensuplarını, işadamlarını, yargı üyelerini ne yapacağız? Hepsini yargılayamayız ya! Bence teşhir etmek yeterli. Çünkü sorgulasanız, bütün bu gelişmeleri doğal karşıladıklarını söyleyeceklerdir. Yıllardan beri onların zihin haritası bu şekilde oluşmuştur.

Refah Partisi aleyhine Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş iddianame hazırladı. İddianame Yekta Güngör Özden’in başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nce kabul edildi. Kapatma kararının altında Özden’in yerine geçen Ahmet Necdet Sezer’in imzası var. Refah Partisi davasını görmelerine rağmen, Anayasa Mahkemesi üyeleri belki birkaç istisnasıyla, diğer Yüksek Yargı mensuplarıyla birlikte Genelkurmay’ın bilgilendirme brifingine katıldılar. Hani hâkimlere, savcılara talimat verilemezdi? 28 Şubat sürecinde bu kural askıya alındı. (Nazlı Ilıcak / Sabah)

AVUKAT YILDIRIM’DAN ŞOK 28 ŞUBAT AÇIKLAMALARI

29 Kasım 2011 – 28 Şubat darbesine yönelik soruşturma devam ederken, Ergenekon sanıklarının avukatı Doğan Yıldırım; “Harbiye’de gizli bir toplantı yapıldı, önemli kararlar alındı, dedi… O toplantıya katılanlardan biri de, hakim Metin Çetinbaş idi… Çetinbaş, brifingte alınan kararlar doğrultusunda Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası verdi.
HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM DEMİŞTİ

İBDA-C Dâvâsı’na bakan ve Salih Mirzabeyoğlu’na idam cezası veren hakim Metin Çetinbaş; daha sonra yaptığı açıklamada; “Verdiğim karar yüzde yüz doğrudur diyemiyorum… Biz o günkü şartlara göre karar verdik, hata yapmış olabiliriz” diyerek, “brifingte alınan kararlara” gönderme yapmıştı… Adana DGM’nin; “Mirzabeyoğlu dosyasının takipsizliğine” karar vermiş olması da, hakim Metin Çetinbaş’ın; “Brifingte alınan kararları uyguladığı” yorumlarını güçlendiriyor.

HARBİYE ORDUEVİ’NDE TOPLANMIŞLAR

Bahçelievler davasından tutuklanan Haluk Kırcı ve Mehmet Ali Ağca ile 1. Ergenekon davası sanığı Fuat Turgut’un avukatlığını yapan Doğan Yıldırım, Genelkurmay ve sivil uzantılarının hükümet yıkma planına bizzat şahitlik ettiğini söyledi. 1. Ordu Komutanlığına ait Harbiye Orduevi tesislerinde tertiplenmiş çok gizli bir toplantıya katıldığını söyleyen avukat Doğan Yıldırım, darbenin sivil kadrolarına bu toplantıda brifing verildiğini belirtti. Yıldırım, toplantıda Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan Metin Çetinbaş, eski İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu, İstanbul Valisi Erol Çakır, Doğan medyasında görev yapan birçok gazetecinin bulunduğunu ifade etti.

28 ŞUBAT’IN SIR ŞAHİDİNDEN TARTIŞMALARA SEBEB OLACAK AÇIKLAMALAR

Kayseri’deki ofisinde görüştüğümüz Doğan Yıldırım sorularımıza şu cevapları verdi:

* Türkiye’de önemli isimlerin avukatlığını üstlendiniz, Haluk Kırcı, Mehmet Ali Ağca bunlardan birkaçı. Sizin savunduğunuz kişilerin birçoğu sağcı hatta ülkücü diyebiliriz; siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Doğan Yıldırım: Kayseriliyim, çocukluğum burada geçti. Temel eğitimi tamamladıktan sonra Deniz Harp Okulu’nu kazandım siyasi çekişmeler yüzünden daha sonra atıldım. Türk Milliyetçisi olarak tanımlıyorum kendimi, dediğiniz gibi birçok önemli isme avukatlık yaptım.

“İLK EYLEMLERİ YARGIDAKİ ALEVİ KADROLAŞMASI”

* 28 Şubat döneminin şu ana kadar gizli kalmayı başarmış tanıklarından olduğunuz söyleniyor?

Doğan Yıldırım: Doğrudur (gülüyor) o döneme ilişkin birçok şey gördük yaşadık. Dönemin öncesi ve sonrasına vakıf biriyim. 28 Şubat aslında 1997’de değil Özal’ın ölümüyle başlayan bir süreç aslında. İlk eylem yargıdaki kadrolaşma oldu. Yargıdaki ilk kadrolaşma maalesef söylemek zorundayım bu bir siyasi parti görünümü (CHP-SHP) altında Alevi kadrolaşmasıydı. Bariz bir şekilde Alevi hakim ve savcılar kilit noktalara atandı.

Bu belki konumuz dışı ama merhum Türkeş’in Seyfi Oktay’ın desteklenmesi gerektiğini belirttiğini biliyorum..

* Merhum Türkeş’in de… ilginç yani Ergenekoncu mu demek istiyorsunuz?

Doğan Yıldırım: Soruşturması ve davası süren Ergenekon yapılanmasından çok daha büyük bir yapılanma var aslında. Bu henüz tam olarak idrak edilebilmiş değil. Soldan sağa doğru hilal gibi dizilen gizli bir ittifak. Bu ittifak soldan sağa doğru yayılarak her iki grubu da kontrol eden gizli bir yapılanma. Sol kesimi idare eden isim isim verebileceğimiz insanlar var. Sağ grubu da hakeza. Kendi tanımlamalarına göre hilalin merkezinde birleşiyorlar örnek olarak merhum Türkeş beyi verdim. Hatta açık olarak talimat verdiğini biliyorum kendi partisine, ‘Seyfi Oktay’ı destekleyeceksiniz’ dediğini biliyorum. Ne ilginçtir değil mi?

* Doğru ise dehşet verici ama asıl konumuza dönelim istiyorum.

Doğan Yıldırım: Tamam asıl konumuza dönelim. Ergenekon’da da sanık olan Seyfi Oktay’dan sonra gelen Mehmet Moğultay ile kadrolaşma tamamlanmış oldu ve bu kadro yargıda terör estirmeye başladı. Rahşan Affı olarak bilinen genel af çalışmasında sağcı mahkûmlar içeride tutuldu. Bahçelievler katliamından dolayı idam cezası alan müvekkilim Haluk Kırcı bu kuvvetin yargıdaki kadroları tarafından tahliye edilmedi. Fakat politik olmayan kişiler tahliye edildi. Mesela İzol Aşiretinden Mustafa İzol, 7 kişinin katili Mustafa İzol tahliye edildi. Dönemin Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Mehmet Kolukısa’ya dilekçe verdik. Adam ‘ben kabul etmem bunu’ dedi. Neden diye sorduğumda, ‘ben tarafım kardeşim kabul etmem’ dedi. Üsküdar o dönem stratejik bir mahkemeydi. O anlamda oranın kilit noktalarına kendilerine yakın kişileri atamışlardı. Adalet Alevi kadroların eline geçmişti. Ben bugünkü durumu da bu kadroların tasfiyesi olarak görüyorum.

“28 ŞUBAT’IN SİVİL ÖRGÜTLENMESİ HARBİYE ORDUEVİ’NDE YAPILDI”

O dönem DGM’lerinde nasıl bir hava hakimdi?

Doğan Yıldırım: DGM’lere gelecek olursak PKK’nın insan kaynakları ve ekonomik altyapısını çökertmek için kurulsa da asıl hedefi derin devletin izlerini örtmek, Müslümanları baskı altında tutmak olmuştur. Bunlara talimatın gittiği nokta da Genelkurmay’dı. Devletin askeriyesi, Genelkurmay’ı Yargıtay, HSYK ve diğer mahkemeleri ile pek sıkı fıkıydı. Şahidi olduğum toplantılarda nasıl tavır alacakları izah ediliyordu.

* ‘Şahidi olduğum’ dediniz, açar mısınız?

Doğan Yıldırım: Benim saklayacak gizleyecek hiçbir şeyim yok. Birazdan söyleyeceklerimle istiyorum ki gerçekler açığa çıksın. 28 Şubat post modern darbesinin sivil örgütlenmesi askerin sivilleri koordinesi Harbiye Orduevi’nde yapıldı. 1. Ordu Komutanlığı’na bağlı Harbiye Orduevi’nde toplantı yapıldı. Benim de katıldığım toplantıya yargı mensupları başta olmak üzere akademisyenler ve o dönem çok etkili olan birçok gazeteci katıldı. Toplantıda irticadan ve hükümetin irticayı körüklediğinden bahsedildi. Buna karşılık toplantıya katılanların koordineli harekete etmesi ve kendi konumlarından doğan gücü lehte kullanmaları gerektiği vurgulandı.

“KARADAYI, KIVRIKOĞLU VE ÇETİN DOĞAN ORADAYDI”

* Bu çok önemli bir açıklama. Yani karargâhın gizlice toplandığını söylüyorsunuz kimler katıldı isim verebilir misiniz?

Doğan Yıldırım: Elbette gizli ve seçmece bir toplantıydı. Harbiye Orduevi’nin konferans salonuna girdiğimde içeride Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, dönemin 1. Ordu Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, ne ilginçtir şimdi Balyoz’un bir numarası eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve daha birçok asker vardı.

“İBDA-C DÂVÂSININ HAKİMİ…”

Sivillerden kim vardı?

Doğan Yıldırım: Dönemin DGM Başsavcısı, mahkeme başkanları, hatta Susurluk ve İBDA-C davasında hakimlik yapan şu meşhur hakim Metin Çetinbaş da vardı. Ve hatta Çetinbaş kürsüde konuşma yaptı. Herkes protokoldeki yerine göre oturuyordu. Resmi bir toplantı havasındaydı. Ön sıralara baktığımda yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu vardı.

“İSTANBUL VALİSİ EROL ÇAKIR, TUNCAY ÖZKAN DA İÇERİDE”

* Toplantıda basından kimler vardı?

Doğan Yıldırım: Epey zaman oldu hepsini hatırlamak zor ama şimdi Ergenekondan sanık olan Tuncay Özkan, Erol Mütercimler, Milliyet yazarı Yalçın Doğan ve şu an Doğan Medyasında görev alan birçok isim vardı. En ön sırada ise dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır’ın oturduğunu gördüm.

“BRİFİNG MEDYASI HEDEF ÜRETTİ, KOLLUK KUVVETİ DELİL, YARGISI MÜEBBET VERDİ”

O dönem yapılan anti demokratik uygulamaların hepsinin geri planında o toplantıda alınan kararların olduğunu biliyorum. Toplantıya katılan DGM hakimleri karşılarına gelen dosyaları buna göre değerlendirdi. Delil aramadı gerekçe önemli değildi. Brifing Medyası irticacı yaftasıyla hedef üretti, brifinge katılan kolluk kuvveti bu kişiler hakkında sahte delil üretti, yargısı ise dosyada suç var mı yok mu umursamadan irticacı diye yaftalanan kişilere müebbet hapis cezası ve hatta idam cezası verdi. İBDA-C davası Susurluk davası ve benzeri birçok dava bunun neticesi. Bunların araştırılması aydınlatılması lazım, bu anti demokratik uygulamaların deşifre edilmesi, hesap sorulması lazım. (Murat Alan / Yeni Akit)

“Madımak’ın sorumlusu derin güçler”

Başörtüsü eylemleri, yurdun çeşitli yerlerinde bu hafta da gerçekleşti. Sakarya ve Akyazı’da gerçekleşen eylemlerde, “Madımak’ta yangını derin güçler çıkarıp, Müslümanları suçladı” denildi. Akyazı Adalet ve Özgürlükler Platformu, mücadelelerine kadınların sorunları çözülene kadar devam edeceklerini açıkladı.

Sakarya Adalet Girişimi Başörtüsü Platformu’nun 340. hafta basın açıklamasını Ribat Eğitim Vakfı Sakarya Şubesi’nden Bahaeddin Kuruoğlu okudu. Bu haftaki basın açıklamasında Sivas olaylarına değinen Kuruoğlu, 2 Temmuz 1993 yılında Sivas ilinin merkezinde bulunan Madımak Oteli’nde konferans adı altında Rabbimize ve Peygamberimize açıkça küfürler edilmiş, Müslüman insanlara karşı ağza alınmayacak sözler sarf edilmiştir. Bu derece açık bir tahrike karşı dahi duyarlı ve Müslüman Sivas halkı tepki gösterme adına sadece otelin çevresini kuşatmış, en ufak bir taşkınlık belirtisi göstermemiştir. Derin güçlerce bu durum kabullenilememiş, karışıklık çıkarılması adına sergilenen davranışlarda daha da ileri gidilmiştir. 

Çıkarılan bir yangın sonrasında otelde bulunan birçok kişi ölmüş, suçu da etrafta toplanan birkaç insana yıkmaya çalışmışlardır” dedi. Kuruoğlu, Sivas olaylarının dava sürecine de değinerek, “Dava tam 19 yıldan beri sürmekte, hiçbir delil olmadan içerde yatan insanlarsa zulüm görmeye ve potansiyel suçlu ilan edilmeye devam edilmektedir. Bu konuyu gündeme getirmekteki maksadımız şudur; son günlerde malum çevre tarafından Sivas olayları davası sulandırılmakta, masumluğunun aksi yönünde hiçbir kanıt olmayan insanlar ömür boyu hapse mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Davanın zamanaşımından düşeceği, zanlı olarak addedilen insanların bir gün bile hapis yatmadan tahliye olacakları dile getirilmektedir. Gerçekleri saptırma adına sergilenen bu tutumu şiddetle kınıyor, gerçekleri görme adına bu kadar kör olmamalarını tavsiye ediyoruz” dedi.

Akyazı Adalet ve Özgürlükler Platformu adına Mazlumder sözcüsü İrfan Alemdar da 266. basın açıklamasında başörtülü kadınların 28 Şubat sürecinde birçok zorlukla karşılaştığını ve hala bu zorlukların bir kısmının devam ettiğini belirtti. Alemdar, “28 Şubat sürecinde darbe politikaları ve cunta örgütleriyle birlikte inançlı insanları laiklik karşıtı diyerek devletin tüm kademelerinden uzaklaştırıp ardından sorgulayarak haklarında suç isnat ettiler. Bu topraklar üzerinde yaşayan Müslüman halkı irticacı diyerek potansiyel suçlu ilan ettiler” dedi. 
Alemdar, “Kabus dolu günleri insanlara reva gören oligarşik düzenin şımarık medyazadeler, sermayezadeler, paşazadeler, politikacızadeler, rektörzadeler ve bürokratzadelerin yaptıklarının hesabı sorulmalı, adil bir şekilde yargılanmalı işledikleri suçlara göre de cezalarını çekmelidirler” şeklinde konuştu. Alemdar, sergiledikleri mücadeleye ilişkin ise, “Ülkemizde ve tüm dünyadaki kadınlar üzerindeki zulümler, tecavüzler, işkenceler, yasaklar ve esaretler bitene kadar mücadelemiz devam edecektir” dedi.

Yeni Akit

Salih Tuna Soruyor: Salih Mirzabeyoğlu Hangi Rövanşın Mağduru!

“Evet, Sayın Gül “rövanşist olmayalım” demekle son derece haklı. Peki… Telegram işkencesi altında 13 yıldır zindanlarda çürütülen Salih Mirzabeyoğlu hangi “rövanşın” mağduru? Ya Selahattin Eş Çakırgil? Türkiye’ye 32 yıldır gelememesi hangi “rövanşist duygularının” bedeli?”

Seninle alay mı ettim hanımefendi?

Salih Tuna

 

Abdullah Gül “rövanşist olmayalım” demiş ya, Nazlı Ilıcak da bu söz bana sataşanların kulağına küpe olsun diyor.

Hatırlarsanız, Ertuğrul Beyciğim çok daha evvel “rövanşist” duygularla hareket etmeyelim demişti.

Ondan daha evvel de (adı lazım değil) bir generalin, “28 Şubat’ın rövanşını almaya kalkarsanız…” diye başlayan bir ifadeyle tehditler savurduğu rivayet edilmişti.

Galiba aynı kelimeye 3 ayrı ağız 3 farklı anlam yüklemiş. (Generalin ağzıyla Ertuğrul Beyciğimin ağzı aynı olduğu için “3” diyoruz Şinasi.)

Sayın Gül’ün ifade ettiği anlamda ben de “rövanşist olmayalım” derim, dedim, diyorum.

Sürek avına ilk günden beri karşı çıktım.

Kuddusi Okkır’dan Türkan Saylan’a kadar birçok konuda eleştiri getirdim. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasına muhafazakar camiada ilk karşı çıkan da bendim.

“Tasfiye edilecek gazeteciler listesi”nden bahsedildiği günlerde (Ahmet Tezcan’ın Habertürk’teki programında) “Yazarları ancak okurlar tasfiye eder” diyerek isyan etmiştim.

Hep “sözün değerini” savundum.

“Ancak haksızlık karşısında susmamakla ölçülür sözün değeri. Ve, sözümüzün değerinden başka kaybedecek bir şeyimiz yok…” dedim.

Birine olan öfkemiz ona haksızlık yapmamıza neden olmasın ölçüsünü de sıklıkla hatırlattım.

Yaptıklarını başkalarının üzerinden meşruiyet arayanlara da Ömer Muhtar’ın “Onlar bizim hocalarımız değil” sözünü dercettim.

Evet, Sayın Gül “rövanşist olmayalım” demekle son derece haklı.

Peki…

Telegram işkencesi altında 13 yıldır zindanlarda çürütülen Salih Mirzabeyoğlu hangi “rövanşın” mağduru?

Ya Selahattin Eş Çakırgil?

Türkiye’ye 32 yıldır gelememesi hangi “rövanşist duygularının” bedeli?

Dedim ya, “rövanşist” ifadesi her ağızda başka anlam kazanıyor.

Ertuğrul Beyciğim adeta kendini ele veriyordu. “Gerekirse silah kullanırız gibi manşetler dahil, yapılan her şey 28 Şubat sürecinde kalsın. Biz yaptık, siz yapmayın…” demeye getiriyordu.

Neden olmasın, olabilirdi; affetmek her zaman erdem değil miydi?

Ne ki, hazret “rövanşist duygularla hareket etmeyelim” dedikten sonra bile kaç kez “rövanş” almaya kalkıştı, sayamadım doğrusu.

“Cumhuriyet Mitingleri”ndeki coşkusundan “411 el kaosa kalktı” manşetine, “27 Nisan e-muhtıra”sından Konyalı hasta çocuğun testisleri üzerinden “türban faciası” üretmeye kadar elinden geleni ardına koymamıştı.

Bir defasında da, bir otobüs yolcusunun namaz molası talebinden hareketle “dini diktatörlük” tehlikesinden bahsetmişti.

Ben de, şehirlerarası otobüslerde 40 yıldır ihtiyaç molasına içkin “namaz molası” verildiğini, 40 yıl boyunca verilen bu namaz molalarından henüz bir diktatörlük çıkmadığını ama 40 yıla en az 4 askeri darbe sığdırabildiğimizi anlatmak zorunda kalmıştım. (19 Eylül 2007, Yeni Şafak)

12 Eylül referandumundan sonra bile bi ufaktan kıpraşmış, seçkin sahillerden dem vurmuştu.

Ne zamanki, 12 Haziran 2011 seçimlerinden AK Parti zaferle çıktı, pes etti. “Usta ne diyorsa o” demeye başladı.

Bu kafa böyledir!

Şartlar müsait olsun, değil “411 el”, “550 el kaosa kalktı” demekte zerre tereddüt ederse ben bir şey bilmiyorum.

Son günlerde “rövanşist duyguların esiri olanlar” lakırdısını eden Nazlı Ilıcak’ın derdi bambaşka tabii.

“Aydın doğan hakkında soruşturma açılır mı” sorusuna, “Sanmıyorum. Dava mahkemelerde açılırsa zaten gazete patronları bundan sorumlu olmuyor. Daha ziyade yazı işleri müdürleri ve köşe yazarları hakkında yapılıyor. Gazetelerin tutumundan patronlar sorumlu değil…” şeklinde cevap vermişti.

Daha evvel de belirttiğim gibi “Aydın Doğan’ıma dokunmayın!” demeye getirdiği besbelli.

Eruğrul Özkök ve diğerleri pek umrunda değil yani.

Ucu Aydın Doğan’a dokunacağı endişesi taşımasa, medyanın 28 Şubat sürecindeki sorumluluğunun altını (eski günlerdeki gibi) kanırta kanırta çizeceğinden eminim.

O değil de, kendisiyle alay ettiğimi söylüyor ya, buna çok üzüldüm.

Alay ettiğime dair tek cümlemi göstersin, hep birlikte Ertuğrul’u Taksim’de asalım.

Hanımefendi, inanın o yazıda söylediklerim dalga değildi.

Farkı fark etmeniz için size iki adet dalga örneği göndermek isterdim ama maalesef yerim kalmadı.

10.03.2012 / Yeni Şafak Gazetesi

Salih Mirzabeyoğlu’nun Savunması 2

Geçen celsede, “teferruatı kendine bağlayan asıl” hâlinde, söylenmesi gerekenleri söyledim… Bu celsede, teferruat kabilinden söyleyeceklerim ve yer yer hatırlatıcı zaruri tekrarlar, o asıla nispetle olacaktır.


Malum olduğu üzere, sadece “cürüm atfı” nın herhangi bir mânâsı ve delil teşkil etmesi söz konusu olamaz… Polis sorgusundan itibaren “delillerden suçluyu tayin etme” yerine, “olsa olsa budur” kabilinden bir yakıştırma ve “münâsib görme” ile cürüm atfına maruz kalmışken, ortada herhangi bir delil olmaması bir yana, daha İBDA-C’nin ne olduğunun bile bilinmediğini görüyorum… Aşağıda tekrar açıklayacağım ve delillendireceğim üzere, İBDA-C diye organları belli ve organik bütünlüğü olan tek bir örgüt yok, bunu bir sıfat ve vasıflanma hâlinde alan bir sürü legal ve illegal oluşum vardır; bu durumda da, ben “örgütün başı” şeklindeki, polisin ve Savcılığın “suç atfını” üstlensem bile, yine kendilerinin bizzat ikrar ettikleri gibi, “örgüt mensuplarının gerçekleştirdiği eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber” ifadesi, (İBDA-C diye tek bir örgüt olmadığı hususu da caba), bu üstlenmenin bile bir delil teşkil etmeyeceğini gösterir.


“Rutin dışı” yollardan rejimi korumaya kalkan çevrelerin kulağıma fısıldadığı bir hususu da içine alacak şekilde, geçen celsede söylediklerimi hatırlatayım:
(Türkçe’de “cı, cü” gibi eklerin sıfat ve nisbet ekleri olması ve nasıl ki “simitçi” nin simidin kendisini belirtmemesi gibi, İBDA’ya nisbetle İBDA’cılar; Atatürk’e nisbetle, Atatürkçüler, Marks ve Lenin’e nisbetle “Marksist-Leninistler” vesaire… Atatürkçülerin “Atatürkçü Cebhe” , Marksist Leninistler’in “Marksist-Leninist Cebhe” diye vasıflanabilmesi, bunun yanında “Milliyetçi Cebhe” ve “Sol Cebhe” gibi tanımlamalar gözönünde tutulursa, aynı şekilde İBDA Cebhesi… Cebhe sözü, birbirinden farklı oluş ve kuruluşları ifade ederken, bu farklılık birbirine zıt oluş ve kuruluşları da ifade eder… Mesela, 12 Eylül öncesi “Milliyetçi Cebhe” deki çeşitli partiler… Sol Cebhe tanımı içinde, birbirinden ayrı ve birbirine aykırı legal ve illegal faaliyet gösteren parti ve örgütler, yayın faaliyetleri… Keza “Atatürkçü Cebhe” tanımı içinde de aynı şey…)


“Yukarılardan” gelen tembih gereği, Mahkeme’de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imasını almış ve maruz kaldığım muamelelerden bahsetmiştim; hatırlayacaksınız… İşte onun devamı hâlinde, Kartal Cezaevi’nde konduğum “çok özel” tek kişilik koğuşta – ki, burası hakkında ya delirme, ya her denilene tâbi robotlaşma veya korkudan dolayı, kimse konuşmamaktadır; isbatı kabil değil sanılan hususları, “Adalet sistemi” nin bir bütün olmasına nazaran tafsilatıyla anlatmam gerekse de, bunun şu an pratik bir yararı olmamasına binaen, mahkemeye değil, kitablık çapta kamuoyuna sunacağım- , “Cebhe” hususunda yukarı da söylediklerime kızgınlık ifadesiyle fısıldandı:


“Peki DHKP-C ne?” … Yani İBDA-C’yi ona kıyaslıyor… Bir kere “DHKP-C” , zaten illegal bir kuruluş olduğunu, “Parti” vasfıyla, yani “organları belirli ve organik bir siyasi” kuruluş diye hem ismine koymuş, “Cebhe” yi de buna nisbetle silahlı kanat olarak almış… Herhâlde bir binanın cebhelerinden bahsedildiğinde, içinde “cebhe” lafı geçti diye onu silahla alakalandırıcı bir tersine zeka örneğine itibar edilemez.


91 yılında basılan “İŞKENCE” isimli eserimden, yine polisteki sorgulama ve yine İBDA-C mevzuu:

(İBDA-C ne?.. “İBDA fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!” … Kıvam Hukuk Bürosu, İBDA Kitabevleri, Kitab- Propaganda, Ak-Doğuş (dergi), yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cebhe” den kasıt bunlar… Bu izah, ağzımdan “İBDA-C, İBDA’nın silahlı mücadele cebhesidir!” sözünü devşirmek için, parlak vaadlerden tehditlere ve o andaki dayak fasıllarına kadar HER YOLA başvuran “hayaletleri” kızdırıyor… Onlarda tesbit ettiğim en önemli özelliklerden biri de bu; hakikatin ne olduğunu aramaktan çok, mesleki bir başarı elde etmek cehdiyle çırpınıyorlar ve bu yüzden muhatablarının suçsuz olma ihtimalinden adeta üzülüyorlar.)


-Geçen celsede, tarihin özellikle önemli olduğunu vurgulamış ve söz konusu tarihe kadar, İBDA Cebheleri içinde hiçbir illegal ve silahlı mücadele veren örgüt olmadığını söylemiştim; bu hususun üzerinde ayrıca duracağım.


Şimdi, yine İBDA-C’nin ne olup ne olmadığını, 1 Ekim 1991 tarihli “Taraf” dergisindeki röportajımdan göstereyim… Aynı röportaj, 1996’da “Adımlar” ismiyle bastırdığım kitabda da mevcuttur… Şöyle diyorum:


-Üstadımdan altını çizdiğim dâvâ:


“Her ferdiyle, mutlaka sağındakini, solundakini, önündekini ve arkasındakini yakan “otomobil-zatıyla hareketli” bir teaddi, hamle ve hareket ateşi olabilecek ve değdiği herşeyi kendisine döndürebilecek…” Ben tam 12 sene önce “Oluş Tekniği” diye bu bahsin altını çizmişim… Ötesi de hafızamda mahfuz bir dâvâ olarak söyleyeyim, şu gün için bunun tam karşılığı, İBDA’ya mahsus bir orjin hâlinde “cebhe” esprisidir… Herkesin liyakati, iş yapanla kuru caka atanı gösterici olduğu gibi, herkesin yaptığının şerefini ve mesuliyetini yüklendiği bir yapılaşma; aynı zamanda provokasyonlara ve arzu edilmeyen hareketlere de engel… Ben bunu “İşkencehane” de söyledim… Profesör Muammer Aksoy ile gazeteci Çetin Emeç’in öldürülmesini bana, olmazsa “adamlarıma” yıkmaya çalışıyorlardı…


Dedim ki, “İBDA-C, İBDA fikriyatını benimsemiş olanların, kim ne yapıyorsa mesuliyetini taşıdığı benim dışımdaki işlerdir. Zaten öyle olmazsa, gidersiniz bir adamın kafasına kurşun sıkarsınız, İBDA-C diye bir kağıt bırakırsınız; ondan sonra da bana yıkarsınız!” … Demek ki İBDA-C, hukuk planında bir suçlamanın umumi olarak zümreye sirayetini önleyen ve bir takım devlet destekli illegal örgütlerin (Kontrgerilla hikayesi) provokasyonuna karşı da bir tedbir… Bu yüzden daha önce açıkça, “provokasyolar da bize yarıyor!” dedim.)


Ve yine aynı Röportaj’dan, İBDA-C’deki “Cebhe” esprisi:


(Şimdi bizim en mühim meselelerimizden biri, hukuk savaşıdır; yani kanun adına yapılan kanunsuzlukları, açık olduğu yerde açık, yoruma gidildiği yerde yorumla gösterecek bir diyalektikle sergilemek… “Bunun faydası nedir?” derseniz, gaye “hukuk düzeni” adına yapılan hukuka aykırı davranışları ve düşünceleri ifşa etmekten büyük fayda olmaz derim… Bir misal vereyim… Mesela şu gazete haberi:


Bursa’da bilmem ne mahâllesinde 2 banka şubesi bombalanmış… Şimdi oraya bırakılan İBDA falan filan yazılı bir kağıttan dolayı, sen de İBDA’cı olduğuna göre, gel hesab ver… Üç aşağı beş yukarı operasyoncuların mantığı da bu!.. Şayet “kanun önünde eşitlik prensibi” geçerliyse, aynı şeyin Başbakan için de, Savcı için de geçerli olması lazım; oraya “Başbakanlık” veya “Savcılık” diye bir kağıt atarlar tamam… Misal güzel olsun diye “Milliyetçi Cebhe” vardı ya, hani “MSP-AP-MHP” nin koalisyonu, onu düşününce daha da inandırıcı; üstelik CEBHE!.. “Cebhe” deyince hemen “askeri kanat” ı anlayan savcı hikayesi… “Sen filanı tanıyorsun, filan senin emrinde, sen filanın emrindesin!” gibi rastgele suçlamalar… “Ben falanı da tanıyorum, ama her ne hikmetse pek oralı görünmüyorsunuz!” … Eğer delilsiz ve mesnedsiz “hâl ve durum” un takdiri sözkonusu ise, bu herkes için geçerli olmalı; delilli veya delilsiz, “hâl ve durum”larına bakar bakmaz, Bakanlardan başlayarak emrindeki “görevli” lere kadar her kademede “hırsız, rüşvetçi, haraçcı” olanları hemen tanırsınız… Ama birbirleriyle alakaları dikkate alınarak bu “örgüt üyeleri” yakalanmaz!..)


1991’de ifade ettiğim, yukarıda altını çizdiğim hususlar, hem de ben o tarihten sonra, -Yayınevi’ne bakan arkadaş, eniştem Harun Yüksel, Tüccar Mehmed Fazıl, 6 ayda veya senede bir hatır sorduğumuz Hasan Ölçer gibi son derece sınırlı ve tek tek sayılır dostlarım hariç, İBDA-C sıfat ve vasfıyla görünen ne legal ve ne de illegal faaliyet gösteren hiç kimseyle temasım bile olmamasına rağmen- 1999’un sonunda tutuklanmamın ardından, bizzat Emniyet Müdürü Hasan Özdemir tarafından teyid edilmiştir… Emniyet Müdürü, Metris’te telef olduğu için küpürünü ve tarihini şu an veremeyeceğim ama gazete arşivinden temini kabil bir basına gösterme işinde, (Hürriyet gazetesi haberi), yakalanan bir takım bombalama sanıklarını “İBDA-C örgütü mensubu” diye takdimden sonra, “bunlar gece rüya görüp, sonra eylem yapıyorlar!” diyor… Bu duruma göre, ben de “örgütün başı” diye tutuklandığıma göre, Türkiye’nin herhangi bir yerinde varlığından bile haberim olmayan insanların rüyalarına girip onları örgütlüyor ve yine rüyalarına girip talimat veriyorum… Benim tutuklanma gerekçemi çelen bu ifadenin hukuk, mantık ve sıhhat şartı üzerinde durmayı size bırakıyorum; yalnız bu ifadede, benim daha önceki celsede söylediğim, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam!” sözünün, yani benle alakasızlığın anlamı açık… Yani, “kendinden zuhur diyalektiği” gereği, kim ne yaparsa, kendi karar verir ve yapar; Emniyet Müdürü’nün ifadesinden de belli ki, ortada İBDA-C diye yekpare bir örgüt, hiyerarşi ve organlar yok… Neticede; herhangi bir Parti veya cemaat veya Devlet teşkilatı içinde, -malum olduğu üzere polis içinde de var, Partiler içinde de var, Devletin değişik kurum ve kuruluşları içinde de var-, bir takım illegal örgütlenmelerden dolayı, (rüşvet, haraç, cinayet vesaire gibi işler), Parti’nin Başkanı, Cemaatin lideri veya Devlet’in kurum ve kuruluşunun bütün çalışanları, -hem de ortada hiyerarşi de olsa- nasıl suçlanamıyorsa, “suçun şahsiliği ilkesi” gereği ben de suçlanamam… Sorum bakidir: Böyle bir durumda, niçin bir kısım insanlar hukukun o tarafında kalırken, bir kısım insanlar hukukun bu tarafında kalıyorlar?


Gelelim sık sık vurguladığım 1991 tarihine… Geçen celsede de 1991 tarihine kadar, İBDA Cebheleri içinde silahlı mücadele veren hiçbir Cebhe’nin bulunmadığını belirtmiştim… Bu husus, polis sorgulamasında, İBDA-C’nin Cebheler hâlinde benim tarafımdan ortaya atılmış bir fikir olması meselesine nazaran özellikle önemlidir… Yani; kim ne yaparsa, hatası ve sevabı, şerefi ve mesuliyeti kendine, “kendinden zuhuru” göstersin… Nitekim 1991 tarihine kadar, bu soydan, TAVIR, KİP (Kitab Satışı ve Propaganda), yine onlara ait Fatih’te bir lokal, İHAB (İbda Haber toplama), “Gölge Sanat” dergi ve lokal teşebbüsü, Sultanahmet’te “Karar” dergisi ve lokali, “Öfke” isimli bir dergi, Ak-Doğuş dergisi vesaire çıkmıştır… Bunların hepsi, kendi inisiyatifleriyle ve gayet tabii kendi grub veya zümrelerini temsilen çıkmışlardır. Mesela benimle birlikte gözaltına alınan ve benim “yakın korumam” diye tutuklanan Sadettin Ustaosmanoğlu, geçen celsede belirttiğim gibi, 1987-1989 tarihleri arasında çıkan “Öfke” isimli dergiden, kendisini tanımaksızın, sadece ismini bildiğim birisidir. Kaldı ki, o zamanlardan tanıdığım bir takım arkadaşların ve gençlerin, velev ki herhangi bir illegal işe girişmiş bulunsunlar, bugün nice Bakan-Milletvekili ve işadamının 1980-1990’da bizzat örgüt üyesi olsalar bile suçlanamamalarına nazaran, ben hiç suçlanamam… Bu hususta, geçen celsedeki yazılı ifademin 16. maddesini, 17. maddesini, 18. maddesini ve 20. maddesini tekrar hatırlatıyorum: Yine “suçun şahsiliği ilkesi” ve “münâsib görme” bahsi… Bu arada, benim tavsiyemle kurulan ve hâlen faaliyette ve şu anda avukatlığımı yapanlardan Hasan Ölçer ve Harun Yüksel’in bulunduğu KIVAM HUKUK BÜROSU, 1989’da benim tavsiyemle kurulmuştur; o tarihten bugüne kadar geçen 11 senedir de, birlikte çalışmaktadırlar… Ve Harun Yüksel aynı zamanda eniştemdir.


Eğer benimle irtibatlandırmak istiyorsanız, kaç türlü irtibat bir arada; ve benim veya onların yapacağı bir suçtan dolayı, ben veya onlar suçlanabilir mi?


1991 tarihinin diğer ve çok önemli bir özelliği de, 1991’deki tutuklanmamın ardından, -4 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde yattıktan sonra-, o tarihte çıkan affa da gerek kalmadan, 163. maddenin kaldırılmasından dolayı ilk celsede 6 arkadaşımla beraber bırakılmamdır… Bu husus, sözkonusu tarihten önceki bütün polis ve tabii ki savcılık ilişkilendirmelerini geçersiz kılar: Yukarıda da söylediğim gibi, 1980’den 1990’a kadarki dönemde örgütlere mensub nice insanların Bakan-Milletvekili, ve o zaman solcuyken şimdi ünlü iş adamı olan örnekleri vardır… Sözkonusu tarihten-tutuklanma tarihinden 5 ay öncesine kadar ki durumum ise, zaten bir başka DGM Savcılığı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belgeyle sabit… Hatırlatıyorum:


-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’nın SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL’DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)


Kaldı ki ben, sözü geçen yasal dergilerde de bir faaliyet yapmadım; röportajlarım çıktı… Takdir edersiniz ki, herhangi bir dergi veya gazetede röportajı çıkan insan, bu yüzden o dergi veya gazetede faaliyet yapan, yani çalışan olamaz!..


Belirttiğim iki husus, -1991 tarihi ve DGM Savcılığı’nın Ağustos 1998 kararı-, iddianamede bulunan ve aslında birbirini çelen iki meseleye de açıklık getirmiş oluyor… Birincisi: Dişe dokunur birşey elde edemeyince işi eski defterleri kurcalamaya ve soruşturmayı süslemeye döken polis sorgulamasından kaynaklanan “1980 öncesi eylemler” ifadesinin bir anlamı olmadığı… İkincisi: “Örgüt ilk eylemini 3 Ocak 1994 tarihinde Bolu-Düzce’de yaptı” ifadesinin benimle hiçbir ilgisinin bulunmadığı.


Yukarıda belirtilen çelişkili iki tarihi, “iddianame ve ekleri hakkında” DGM Başkanlığı’na dilekçe sunan Avukatım Harun Yüksel Bey, gayet güzel bir şekilde belirtiyor ve soruyor:


-(İddianameye göre “örgüt” , ilk eylemini 3/1/1994 tarihinde Bolu-Düzce İlçesi’nde duvarlara yazılama yaparak gerçekleştirmiştir. Hâlbuki aynı iddianamenin 4. sahifesinde, “Kumandan kod- Salih İzzet Erdiş kolluk anlatımlarında” başlığı ile müvekkilimin DGM Savcılığı ve yedek hakimliğinde reddettiği, reddettiği için de aleyhine kullanılması mümkün olmayan ifadelerinde, “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşları ile birlikte İBDA-C adlı örgüt adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığını” demektedir.
Şimdi aynı iddianamenin iki ayrı sahifesinden birinde “İBDA-C” isimli örgütün ilk eylemini 1994 yılında Düzce’de gerçekleştirdiği söylenirken, diğerinde 1980 öncesinde eylemler gerçekleştirdiği söylenmektedir. Ve arada tam 14 yıllık büyük fark vardır. Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, ikisi birden doğru olamayacağına göre, hangisi doğrudur?


İddianame elinde bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 01/1999 tarihli yazısına göre ise bu “örgüt” , 1985 yılında oluşturulmuştur. (Bu da tarih hususunda üçüncü çelişki. (S.M.)


Şimdi iddianame ekindeki bu istihbarat raporuna göre, “İBDA-C örgütü” 1985 yılında kurulduğuna göre, iddianamede müvekkilimin kolluk anlatımlarında söylendiği iddia edilen “1980 yıllarına kadar bizzat kendisi ve arkadaşlarıyla birlikte İBDA-C örgütü adına yazılama, pankart asma ve molotof kokteyli atma eylemlerine katıldığı” iddiasına ne diyeceğiz? 1985 yılında kurulduğu öne sürülen bir örgüt, 1980 öncesinde nasıl eylem yapabilmektedir? Zaman makinesine binip zaman içinde 10 yıllık geriye doğru bir yolculuk yaparak mı?)


Benim, dilekçede belirtilen çelişkiden başka eklemek istediğim husus; “bir değil, birçok İBDA-C var” meselesini hatırlatmaktan başka, telaffuz edilen 1980 tarihinde böyle bir örgüt ve isminin olmadığının bizzat polis kayıtlarından anlaşılabileceğidir… Örgüt bir yana, “İBDA” lâfzının ilk telaffuzu 1984 sonu-1985’dir. Bu tarih “İBDA Yayınevi” nin kuruluş tarihidir: Bu da, ne kadar yapmacık ve sipariş üzerine bir örgüt şeması oluşturulduğunun ayrı bir göstergesidir… Legal bir yayınevi, hem birilerinin kafa yapısına göre illegal kabul ediliyor, (böyle bir şey olabilir mi?) , hem de “illegal örgüt” olmuş oluyor(!)


Polis’in süslemek ve zenginleştirmek için dosyaya ilave ettiği bir takım şemalara da temas imkânı vermesi bakımından (ki ayrıca üzerinde duracağım), Harun Yüksel Bey’in verdiği dilekçeden devam ediyorum… Şöyle diyor:


– (Sayın Savcı iddianamesinin 16. sahifesinde “Salih İzzet Erdiş’in örgüt mensublarının gerçekleştirdiğ eylemlere doğrudan doğruya katıldığı tesbit edilememiş olmakla beraber” demektedir ve yine tarafsız bir kamu hüviyetinden sıyrılmaktadır. Çünkü bu cümlenin tarafsız bir iddia makamına yakışan şekli şöyle olmalıydı; “Salih İzzet Erdiş’in, örgüt mensublarının eylemlerine doğrudan doğruya katıldığı, veya onlara herhangi bir emir ve talimat verdiği tesbit olunamamıştır.”

O cümle aynen bu yazdığım şekilde olmalıydı, çünkü bütün dosya münderecatı böyle olmasını, ancak böyle olursa doğru, haklı ve tarafsız olacağını göstermektedir.

Aynı cümlenin devamında Sayın Savcı iddiasına uygun “hukukî” delil bulunmayışındaki zaafı, “mantık” yoluyla telafi etmeye çalışarak şöyle demektedir: “Büyük Doğu İslâm Devleti’nin nasıl kurulacağı hususunda kitablarında yer vererek örgüt mensublarına vermektedir.”

Yine müvekkilim Emniyet Genel Müdürlüğü istihbarat raporunda tek tek sayılan 98 eylemi Türkiye çapında gerçekleştirmiş bir “terör örgütü” nü yalnızca yayınladığı kitablarla yönetmektedir. Bu cümlenin bırakınız hukuken yanlış oluşunu, mantıken yanlış oluşunu anlayabilmek için mantık profesörü olmak gerekmez. İlkokul çocukları bile kendi oyun mantıkları içinde basit bir oyunu yönetebilmek için bile bizzat oyunun içinde olmak gerektiğini bilirler. Ama iddianame hem oyunun içinde olduğuna dair bulgu “yok” diyor, hem de “oyunu yönetiyor” diyor.

İddialarına uygun delil gösteremeyen Sayın Savcı, “mantık” a sığınmaya devam ediyor: “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer” … Ne kadar doğru!..

Ama sözkonusu olan bir mantık yarışması değil, yargılama…

Yargılama, mantık kurallarına uygunluk dışında, lehte ve aleyhde delillerin değerlendirilmesiyle yapılır.

Bir insanı hem örgüt lideri olarak suçlayacaksınız, hem de örgütle maddî, fizikî bir bağının tesbit edilemediğini söyleyeceksiniz, sonra da “bir örgüt olduğuna göre, bu örgüt mensubları da onun fikirlerini benimsediğine göre, bu örgütün lideri olsa olsa bu fikir adamıdır!” diyeceksiniz ve o fikir adamının delilsiz, mesnedsiz idamını isteyecekseniz!..

Bu, hukuk kavramı karşısında olacak iş mi?)


Harun Yüksel Bey’in söylediklerine eklemek istediğim husus, bu “spekülatif mantık” bahsine dair… Yani, insandaki “normatif şuur” un düşürdüğü yanlışlığa dair… Batılı bir ilim adamı, bu hususu şöyle belirtiyor:


-(İnsanlar, tamamen gelişigüzel hadiselerden bir nizam kurmaya karşı derin bir temayüle sahibtirler. Gelişigüzel hadiseleri belli bir kanuna göre cereyan ediyormuş görmek çok kolay olduğu gibi, bu idrak bir kere teşekkül ettikten sonra da, eğer tahkiki zorsa, kanun kendisini isbat edecek durumları bizzat sağlayabilir. Bâtıl itikad işte budur… Batılı bir sosyal psikolog, bunun bir denemesini yapmıştır. Yapılan bir denemede, denemeye katılanlara rastgele rakamlar ve şekiller verilerek, bu rakam veya şekil serilerinin hangi prensibe göre sıralandıklarının bulunması istenmiş, işin hakikati, yani böyle bir prensibin bulunmadığı ise saklanmıştır. Neticede, tecrübeye katılanların hepsi bir çeşit kanun bulmuşlar, üstelik böyle bir kanunun olmadığı ve ellerindeki serilerin tamamen gelişigüzel seçildiği söylenince de, keşfettikleri kanunları hararetle müdafaaya kalkışmışlardır.)


Polis’in ve Savcılık iddianamesinin, tamamen gelişigüzel bağlantılara mantıkî bir ifade vermelerine mukabil, polisin soruşturması bir yana, Savcılık iddianamesindeki yanlışlığa, aynı dilekçede çok güzel temas ediliyor:


-(İddianameyi hazırlayan Sayın Savcı, müvekkilimin “fikir adamlığını” görmezden gelmektedir… Savcı’nın görevi sadece sanık aleyhine olan delilleri mi toplamaktır?

Bir savcı, sanık lehine delilleri toplamaktan imtina eder, hatta bunları gizlemeye çalışırsa, kamu adına hareket eden bağımsız bir Savcı olmaktan çıkar, dâvâda müdahil veya müşteki gibi “taraf” konumuna girer. Maalesef bu iddianame ve ekleri, bağımsız bir Savcı’nın iddianamesinden çok, sanığı her ne pahasına olursa olsun mahkum ettirmek isteyen “taraf” beyanına benzemektedir.)


Savcılık iddianamesinin taraflılığı yanında, benim gerçekten anlayamadığım ve samimi olarak öğrenmek istediğim mesele, İBDA-C’nin illegal örgüt ve benim onun lideri olup olmadığımı, İçişleri Bakanlığı mı tesbit ediyor, yoksa bu iş Mahkeme’nin işi mi?..

Burada birbiriyle ilgili üç mesele ortaya çıkar…

Birincisi: Eğer İçişleri Bakanlığı tesbit ediyorsa, o zaman Mahkeme’ye lüzum yoktur…

İkincisi: Geçen celsede kendisinden iktibas yaptığım Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı Mehmed Demir’in söylediği sözün bir kere daha doğrulanışıdır… Ne dediğini hatırlayalım: “Yargı, kendisini millete ait egemenlik hakkını kullanan bağımsız ve diğer kuvvetlere eşit bir kurum olarak göremez hâle geldi. Yargı mensubları kendilerini hakim ve savcı olarak değil, “hukuk memuru” konumunda gördüler. Ne kadar kanunsuzluk yapıldı ise, işte bu ezikliğin üzerine bina edildi!” …

Üçüncüsü: Eğer delil ve mesnedlerin tayininden sonra suçluya, suçluluğa veya suçsuzluğa kendi prosedürü içinde karar verecek “bağımsız yargı” sözkonusu ise, bu durumda İçişleri Bakanlığı’nın tesbiti ve daha da ötesinde siparişi ne demek?.. Her üç mesele birarada gözönünde tutulduğunda, yeri gelince temas edeceğim üzere, “yargının siyasîleşmesi” dâvâsının bir yönü de ortaya çıkmaktadır.


Hatırlanacağı üzere geçen celsenin başında fikrimi peşin peşin söylemiştim… Tekrar edeyim:


-(T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ekonomi de, siyaset de, ordu da, polis de… Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, -emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM’lerin mânâsı da bellidir-, DGM Savcılığı’nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, “yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” diyen Komiser Yardımcısı Bahri’nin tavrı, buna tipik bir örnektir.)


Avukatım Harun Yüksel Bey, DGM Başkanlığı’na verdiği dilekçede, bu bahsi de içine alacak şekilde devam ediyor:


– (Müvekkilim rejim muhâlifidir ve bu rejime niçin muhâlif olduğunu eserler boyunca anlatmaktadır. İnsanca yaşanabilecek bir rejimin nasıl olması gerektiğini de aynı eserlerinde anlatmaktadır.

Rejime muhâlif olmak bir düşüncedir, bir fikirdir. Ve her insanın, yaşadığı rejimi beğenmeme, ondan daha iyisini isteme hakkı vardır… Ve bunu yasaklayan herhangi bir kanun maddesi de yoktur. Böyle bir kanun maddesi olsaydı bile, düşüncenin yasaklanması fiilen mümkün değildir. T.C. pratiği bunun mümkün olmadığını gösteren en canlı pratiktir. Buna rağmen T.C. Anayasası, “Hiç kimse inanç ve kanaatleri yüzünden kınanamaz” demektedir.

Sayın Savcı’nın iddianame boyunca yaptığı ise, müvekkilimin düşüncelerini yargılamak ve kınamaktan ibarettir. Hâlbuki aynı iddianamenin müvekkilim için uygulanmasını istediği kanun maddesi düşünce suçunu değil, eylem suçunu cezalandırmaktadır.
Yani rejim muhâlifi olabilirsiniz ama, bu düşüncenizi bizzat eyleme dökmedikçe 146. maddede öngörülen suçu işlemiş olamazsınız.
146. madde başka türlü yorumlanamaz. Müvekkilimin herhangi bir eyleme katıldığına dair delil elde edilemediğini zaten iddianame söylüyor. Öyleyse niçin takibsizlik kararı verilmemiştir de, dâvâ açılmıştır?
Bu dâvâ T.C.’de 28 Şubat’tan bu yana yaşanan “yargının siyasîleşmesi” sürecinin çok açık bir örneğidir: “Delil yok, ama Ankara’daki güç odakları öyle istiyor.”
Sayın Mahkeme’nin bu dâvâda vereceği karar, müvekkilim hakkında olmaktan ziyâde, “yargının siyasîleşme sürecinin” bitip bitmediği, yargının bağımsızlığına Mahkeme’nin sahib çıkıp çıkmadığı hakkında olacaktır.)


Gerek yargının siyasileşmesi ve gerekse “hukukun o tarafında kalanlarla bu tarafında kalanlar” bahsine, Savcılık iddianamesinde geçen “örgüt mensublarının sanığa olan bağlılığı” ifadesine de temas bakımından değinelim… Önce, “Marifetname” isimli eserimde tesbit edilen bir husus:

– (Bugün hukukla vakıâ, metinle ruh, mevzuatla tatbikât arasındaki fark gittikçe genişlemektedir; dünyada mevcut birçok anayasa tamamen göstermeliktir ve tarif ettikleri rejimin memlekette olanla hiçbir alâkası yoktur… Anayasa adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravana vazifesi görür.)

Hukukla vakıâ arasındaki bu uçurum, –“hukuk-mukuk hak getire” örnekleri kıyas unsuru olarak almaz ve “hukuk devleti” iddiasını nisbet kabul ederseniz-, dünyanın hiç bir yerinde yoktur… Gözaltında işkence gibi sıradan işler bir yana; 28 Şubat süreci içinde, bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın İstanbul DGM’yi ziyaretinden sonra, İBDA-C dâvâlarında, aynı dâvâ ve suçtan birkaç sene ceza alan veya tahliye olanların arkadaşları, ya müebbed ya 30’ar yıl ceza almaya başlamışlardır…

Aynı çerçevede: Aynı zamanda MGK üyesi olan Başbakan’a, “eşşekoğlu eşek, pezevenk!” diyen General’e hukukî bir muamele tatbik edilmezken, kimler ve ne sudan bahanelerle “hakaret” dâvâsına uğramışlardır… Neticeyi, Avukatım’ın dilekçesinde geçen sözle bağlıyorum:

– (Bu dâvâ, benim dâvâm, T.C.’de 28Şubat’tan bu yana yaşanan “yargının siyasîleşmesi” sürecinin çok açık bir örneğidir: “Delil yok, ama Ankara’daki güç odakları öyle istiyor.” )

Sanıyorum, geçen celsede ve bu celsede meseleleri fikir bazında etraflıca ve asıl gerçeklere temas ederek ele alışım, dobralığım ve üslûbum da, niçin güç odaklarını kızdırdığımı gösteriyor… Tarafsız bir yargı örneği göstereceğini beklediğim Mahkeme’den, bu hususu hassaten gözününde tutacağını umuyorum; Çünkü bu dâvâ, benim dâvâm olmanın ötesinde, hukukun üstünlüğü ve hukuk haysiyetini gösteren bir dâvâ olacaktır.

Savcılık iddianamesinin hülâsa diye nitelediğim kısmında, “İBDA-C adlı örgüt mensublarının Kumandan kod sanık Salih İzzet Erdiş’e olan bağlılığı, bağlı oldukları İBDA-C adlı örgütün ülke genelindeki organik bütünlüğü, gerçekleştirdikleri eylemlerin çokluğu, gerçekleşen eylemlerin ağırlığı, toplum içerisinde yarattığı korku ve vehamet derecesi” gibi ifadelerle, benim mevcut rejimi silah zoru ile değiştirmeye teşebbüs suçunu işlediğim söyleniyor… Bunları tek tek ele alalım:

Birincisi: İBDA-C’nin ne olduğu defalarca ifade edildiği için, tekrarına lüzum görmüyorum.. Burada eklemek istediğim husus, iddianamedeki gibi rastgele bir genellemenin, İBDA fikrini benimsemiş legal çerçevedeki birçok insanı ve kuruluşu da töhmet altına sokucu oluşudur. İBDA ve İBDA-C farkı baki, bugün İBDA Yayınevi’nin hâlen faaliyette bulunuşunu ve bugüne kadar yaklaşık 150.000 kitab satışını -her kitabın kaç kişi tarafından okunmuş olduğu ayrı dâvâ- gözönünde tutarsanız, mesele daha iyi anlaşılır… Bu, aynı zamanda bir kıyas ölçüsü de verir; yani, illegal örgüt suçlamasıyla Cezaevleri’nde kaç kişi var ve herhangi bir illegal faaliyete karışmamış şu kadar bin kişilik zümre kıyası.

İkincisi: Savcılık iddianamesi, “mensublarının bana bağlılığını” terör örgütü lideri oluşuma mesned diye gösterirken, aynı kıyasla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den, Başbakan’dan, Bakanlar’dan, bütün parti Başkanları’ndan, Adliyeler’den,çeşitli kamu kuruluşlarından, özel kuruluşlardan ve alelâde arkadaşlıklara kadar kolayca sirâyet ettirilebilir bir “mantık ve hukuk-hukuk mantığı” yanlışlığına düşmektedir… Adı senelerdir bir takım olaylara karışan Yahya Demirel, gazete ve televizyonlardan izlediğimiz gibi adı Malki cinayetinde geçen Şevket Demirel, malum olduğu üzere Cavit Çağlar ve Kamuran Çörtük gibi isimlerin bahsinin geçtiği adlî olaylardan dolayı, bunların hepsi Cumhurbaşkanı’nın çok yakını ve içli-dışlı olmalarına rağmen, “bağlılık” tan ötürü herhangi bir sirayet sözkonusu olmuyor; zaten Cumhurbaşkanı da, “suçun şahsîliği ilkesi var” diye, işin hukukî mesnedini sık sık tekrarlamıştır… “Suçun şahsîliği” ilkesi yanında, “hukukta eşitlik” prensibi de var. Neticede: Bana olan mücerret bir bağlılığın herhangi bir hukukî suç mesnedi teşkil etmeyeceği açık.

Üçüncüsü: İddianame’deki “Ülke genelindeki organik bütünlük” sözüne gelince… Bunun da üzerinde yeterince durdum… Eklemek istediğim husus şudur: Bütün iddianame boyunca görülen ve polis soruşturmasından kaynaklanan, bir yönüyle ahlâkî ve diğer yönüyle hukukî iki zaaf… Önce, “Marifetname” isimli eserimde tesbit edilen, bir fikir adamına ait sözü aktarayım… Şu:
– (Kanunlar bazı şartlarda vatandaşları bir “şahıs” olmaktan çıkararak bir “şey” olmalarına müsaadede bulundukça, “hürriyet” asla mevcut olamaz.)

Eğer polis soruşturmayı sipariş üzerine yapmasaydı, -ki bu husus yakalanışımdan 5 ay önceki DGM Savcılığı’nın kararına rağmen oluşundan da belli-, karşısındaki adamı “yukarıdan bastırıyorlar” diye onlara hoş görünmek için herhangi bir “obje-şey” hâlinde görmeseydi, aslında kendilerinin de tesbit edemediği “Ülke genelindeki organik bütünlük” iddiasını diğer iddialarla beraber rastgele bağlantılarla Savcılığın önüne getirmezdi… Ortada organ yok, tabii olarak organik ilişki yok, ama “Organik bütünlük” var(!)… Gerçekte olan ise, daha önce üzerinde durduğum “normatif şuur hatası” nın en kötü örneklerinden biri!…

Bir misal vereyim: Ne kadar İBDA-C olduğunu ve isimlerini sordular, bunları hatırlamadığımı ve bilmediğimi, dergi ve gazetelerden bulabileceklerini söyledim. Tahminimi sorduklarında da, 80-90 civarında olabileceğini belirttim. Yani İBDA-C’nin organik bir bütünlük içinde olduğunu iddia edenler, araştırma yerine araştırma yapmış gibi yapanlar, birbirinden bağımsız unsurları tanımamaları bir yana, bir de akıl danıştıkları hususu çarpıtarak Savcılığın önüne götürmüşlerdir…

Nitekim, baştan savmalık şuradan belli ki, “organik bütünlük” ten bahsedilirken, sözkonusu birbirinden bağımsız unsurların bile listesi dosyada mevcut değildir; bunun yerine, dosyayı kabarık göstermek üzere, hiç tanımadığım insanlara ait rastgele araştırma ve soruşturma ifadeleri eklenmiştir.

Dördüncüsü: Savcılık İddianamesi’nde geçen, “gerçekleştirdiği eylemlerin ağırlığı, toplum içerisinde yarattığı korku ve vehamet derecesi” gibi ifadelerin ölçüsünün ne olduğunu ve nerden sonra “örgüt” kararına varıp benimle ilişkilendirdiklerini anlamadığım gibi, zaten ilk düğme yanlış iliklenince diğerlerinin de tabiî olarak yanlış olacağı hakikatince, pek kurcalamak gerekmiyor.

Beşincisi: İddianame’de geçen, “mevcut rejimi silah zoru ile değiştirme” ifadesine gelince… Mevcut rejimi nasıl gördüğümü gayet açık bir şekilde belirttim ve geçen celsede Yargıtay Başkanı’ndan değişik yazarlara kadar eleştiri örnekleri verdikten sonra, benim onlardan mevcudun yerine sistem çapında bir TEKLİF farkıyla ayrıldığımı söyledim. “Mevcudu nasıl olursa olsun, isterse silah zoruyla değiştirilsin, bundan memnun olurum!” desem bile, neticede bu “rejimi silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçunu işlediğim anlamına gelmez.

Şimdi gelelim, Polis’in süslemek ve zenginleştirmek için Savcılık önüne götürdüğü ve dosyada mevcut şemalara…

Bu şemalar, hukukî bir “normatif şuur yanlışlığı” olmanın ötesinde, hakkımda sipariş üzerine iş yapılmasının açık kasdını gösteren belgelerdir… Ne mantığa uygundur, ne de hukuk mantığına… Bu hususu göstermek üzere, önce mücerret bir fikrî çerçeve çizeyim:

– (Mantık, geçen celsede üzerinde durduğum “muhayyelattan terekküb eden kıyas” örneği de içinde, kullanana göre hizmet eden iki yüzlüğü bir alettir. Bu yüzden mantık, “herkesin hakikati kendine” hikmetince çalışır… Bütün mesele şuradadır: Herkesin hakikati kendine olduğuna göre, hakikatin hakikati ne?

Bu meselenin ardından da, her meselenin kendine mahsus “esas, usûl ve kaidelerle ele alınabilmesi” özelliği ile, iştirak noktaları üzerinden karşılaştırmalar yapılır.)


Şimdi dâvâ, bir örgüt dâvâsı ve örgütün başını suçlama olduğuna göre, bunun “esas, usûl ve kaideleri” nin, “delillerden suçluya varmak” olması gerekmez mi?… İşin tuhaf tarafı; “bu örgüt başıdır!” diye bir “münâsib görme” tavrı bir yana, “suçun şahsîliği ilkesi” bir yana, çıkarılan şemalardaki unsurlar da herhangi bir illegal veriyi göstermiyor ve suç unsuru taşımıyor.

Şemalara tek tek bakalım:

Birincisi: İBDA Yayınevi nin çıkardığı, benim kitablarımın listesi… 1979’dan 1998’e kadar çıkan kitablarım; 1998’in sonunda, Savcılığın önüne “illegal örgüt başı” oluşumla ilgili olarak gelmiş… Hâlen legal olarak faaliyetine devam eden bir Yayınevi’nde çıkan kitablarımın, “örgüt başı” olarak suçlanmama nisbet, ne emare, ne karine, ve ne de delil teşkil etmeyeceğini söylemem lüzumsuz…

Bu mantıkla; herhangi bir yazarı, “Örgüt başı” diye bir “münâsib görme” nin ardından kitablarını alt alta sıralayarak suçlandırabilirsiniz ki, hem mantık ve tabiî ki hukuk mantığına aykırılığı açık.


İkincisi: İBDA, -yani benim dışımda- çıkan, İBDA’cı dergiler şeması… Bu dergiler, hem benim dışımda, hem de benim herhangi bir müdahâlem ve tavsiyem dışında çıkarılmıştır; sahibleri belli, çıkaranları belli… Kaldı ki, benim müdahâlem ve tavsiyemle çıkarılmış olsalardı bilse, hepsi legal dergilerdir… Bırakınız benim dışımda oluşunu, bunun Savcılık önüne götürülüşündeki mantıkla, bir adamı “örgüt başı” diye bir “münâsib görme” işinden sonra çıkardığı legal dergileri alt alta sıralayıp suçlandırabilirsiniz… Yani bu şemanın da herhangi bir emare, karine veya delil teşkil eder yanı yok.

Üçüncüsü: Dernek, parti veya benim çıkardığım dergi veya çıkaranları arasında dergiler ve yayınevi şeması… Şemada, 1966-1967’de “Milliyetçiler Derneği ve Komünizmle Mücadele Derneği” nde, 1969-1971’de Eskişehir’de “Milli Nizam Partisi Gençlik Kolları” nda ve 1972-1973’de yine Eskişehir’de “Milli Selamet Partsi Gençlik Kolları” nda bulunduğumun notu…

Fikir yürütmek lüzumsuz ama, üzerinde duralım: Önce, ne sözkonusu derneklerde ve ne de Parti’de, ben kayıtlı bir üye değildim… Öyle olsa da farketmez, bunlar legal kuruluşlar… Üstelik, yüzbinlerle ifadeli kitleleri toplayan o derneklerde, benim gibi çocuk yaşta biri bir yana, hangi ünlü politikacılar ve her meslekten kimler vardı ve hamileri kimlerdi?..

Yani, benim sözkonusu Derneklere ve Parti’ye uğramış olmamdan dolayı, onlar bana bağlanıyor da, onun için mi suç işleme sürecim gibi Savcılık önüne götürülüyor?..

1976’dan 1980’e kadar çıkan dergiler ise, aradaki zaman faktörü de bir yana, zaten legal olarak çıkmış dergiler ve şu an devam eden dâvâ mevzuu ile hiçbir alakası yok!.. 1981’den bugüne kadar geçen süreçteki alt alta dizilmiş üç Yayınevi’nin de!..

Dördüncüsü: “Başyücelik Devleti” şeması… “Başyücelik devleti” , Rahmetli Üstadım Necib Fazıl’ın, içindeki bütün meseleleri kendisine nisbetle örgüleştirdiği “Büyük Doğu İdeolocyası” isimli eserinin bir faslıdır. Sözkonusu eser, tek parti döneminde, yani ta 1943’te çıkan Büyük Doğu mecmualarından başlayarak yıllarca tefrika edilmiş ve ilk baskısı 1960-1961 yıllarında yapılmıştır; o günden bu güne de bilmem kaç baskı… Geçen celsede ifade ettiğim gibi, “Başyücelik Devleti” faslı, benim “Başyücelik Devleti” isimli eserimde tahlil edilmiştir… Netice olarak: Kitablardan böyle bir şema çıkararak Savcılığın önüne götürülmesinin ne anlamı var, anlamış değilim.

Beşincisi: “30.12.1998 tarihinde yakalanan Sadettin Ustaosmanoğlu’nun ikametinde yapılan aramada elde edilen rulo şeklinde hazırlanmış örgütün simge ve bayrağının numunesidir” diye bir kağıt… Kağıtta “İBDA-C örgütünün simgesi” dediği yer, simsiyah, hiç bir şey yok; herhâlde el işareti olacaktı… Herşeyden önce; sözkonusu işaret, legal veya illegal İBDA-C’lerin kullanmasından önce İBDA’nındır ve hâlen Cağaloğlu’nun ortasında bulunan Yayınevi’nin kocaman tabelasının iki yanında bulunmaktadır…

Aynı şekilde, Cem Boyner’in partisi tarafından da sahiblenilmiştir… İşaret ettiğim hususlar çerçevesinde ortaya çıkan birinci mesele şudur:

Simge İBDA’nın, yani legal olduğuna göre, nasıl ki yakasında filan partinin veya kuruluşun rozeti var diye bir adamın işlediği suçtan dolayı bir parti veya kuruluş suçlanamıyorsa, illegal faaliyette bulunanlardan dolayı da o simge illegal örgüt simgesi diye nitelenemez…

Buna bağlı ikinci mesele de şudur: Cem Boyner ve Partisi, sözkonusu simgeyi sahiblenirken “İBDA-C örgütünün simgesi” diye illegal örgüt ve mensubu olmuyorlar da, niçin Sadettin Ustaosmanoğlu’nda illegal örgüt ve bağlantısı kuruluyor?..

Bayrak meselesine gelince: Bayrak, illegal örgüt bayrağı değil, 1995’de basılan “Başyücelik Devleti” isimli eserimin kapağında mevcuttur… Ve basımından önce, 1984’lerden başlayan bir fikir ve edebiyatı hâlinde, benimdir: Renginden şekline kadar mânâsı, çeşitli eserlerime sindirilmiştir… Bütün bu hususlar gözönünde tutulduğunda, sözkonusu fotokopiyi Savcılığın önüne götürmenin, soruşturmayı süslemenin dışında bir mânâsı yoktur.

Altıncısı: “30.12.1998 tarihinde yakalanan Sadettin Ustaosmanoğlu’nun işlettiği FURKAN dergisinde elde edilen İBDA-C örgütü mensublarına ait resimler”… Savcılık önüne götürülen bu resimlerin içinde, resim içinde resim hâlinde benim de ve özellikle belirli büyük bir fotoğrafım var…

Önce; sözkonusu fotoğraf, İBDA Yayınevi’nin binlerce basılmış bir ürünüdür…

Sonra; Furkan dergisi legal bir dergi olduğu gibi, irili ufaklı bütün basın ve televizyon kuruluşlarının arşivinde bulunan ve bulunabilecek olan bir malzeme değerindedir…

Ayrıca, ahlâkî ve hukukî değerlendirmesini size bıraktığım bir husus: Bir hırsız, bir eve girip bir takım özel eşyaları ve notları çalsa, bu suçtur. Fakat nasıl oluyorsa, gizli polis soruşturması diye alınan notlar vesâir şeyler, havalarda uçuşuyor…

Böyle bir durumda da söylenen şudur: “Gazeteci, haber kaynağını açıklamak zorunda değildir!”… Haberin kaynağı belli ve tahkiki de pek basittir; bu ayrı dâvâ… Ama kimler ve neleri açıklamak zorunda değilken, Sadettin Ustaosmanoğlu ve FURKAN dergisi her arşivde bulunabilecek olan alenîleşmiş resimleri açıklamak zorunda(!)… Bunun süslemek üzere Savcılık önüne götürülmesi de cabası!.


Salih İzzet Erdiş
17 Nisan 2000

Salih Mirzabeyoğlu’nun “BİN YIL” Sürecek Savunması…

Salih Mirzabeyoğlu’nun Savunması – 1

Rejim, “nizâm-düzen” ve hukuk; neticede sosyal, siyasî ve iktisadî unsurları içine almış olarak, hukukun kapsayıcı rolünde üst üste gelen kavramlar… Bu görüş çerçevesinde “Adalet sistemi” ve ilgili kurumların hâline, DGM Savcılığı’nın hakkımdaki iddianâmesine cevab yazmaya başlayabildiğim bugün, yâni 17 Şubat 2000 itibariyle değinme ihtiyacındayım. Hiçbir hukukî mesnede dayanmadan tutuklanmamın ardından, 25 Ocak 2000’den bugüne kadar yaşadıklarım ve içinde bulunduğum durum, Adalet sisteminin nasıl bazıları için “at içeri, çıkmak için uğraşsın dursun!” mantığı ile işletildiğini göstermektedir.


Önce, yeri geldikçe açmak ve misâllendirmek üzere, fikrimi peşin peşin söyleyeyim:

“T.C. içinde yaşayan 3000 aile; hukuk da bunların çıkarına göre, ordu da, polis de… Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Devlet, hukuk demektir ve hukukun olmadığı yerde devlet değil, çete vardır. Bu çerçevede, emir komuta zinciri içinde hareket eden DGM’lerin mânâsı da bellidir; DGM Savcılığı’nın aynen aldığı polis sorgulaması sırasında, “yukarıdan bastırıyorlar, sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” diyen (sanıyorum Komiser yardımcısı ) Bahri’nin tavrı, buna tipik bir örnektir. Polisteki baskı ve istediğini istediği gibi tertibe sokan sorgu usulü ile, bunu iddianâme hâlinde aynen kabul eden DGM Savcılığı’nın haksız yere tutuklaması karşısında, benim tabiî bir insan refleksi hâlinde Mahkeme’yi protesto ederek çıkmayışımın sebebi de belli olmuyor mu?…

Gelelim 25 Ocak 2000 tarihine… Polisin beni hiçbir illegal ilişki içinde olmamama rağmen, “İçişleri Bakanlığı’nın İBDA-C’yi illegal örgüt kabul etmesi”ne binaen sipariş üzerine (ki, kaç türlü saçmalık bir arada, sonra göstereceğim) yakalaması, üstelik ilkokula giden çocuğumu hergün almak üzere gittiğim İlkokul’un önünde eşim ve çocuklarımla beklerken yakalamasına rağmen, “örgüt lideri” imajına katkı olsun diye yakalama tutanağını, adaleti yanlış yönlendirici bir şekilde “evine yapılan baskınla yakalandı” diye tertib etmesi; 28 Ocak 1998’de böyle başlayan ve basının da içinde psikolojik yönlendirici olarak bulunduğu bir yığın haksız, ahlâksız ve hukuk dışı suçlamaya tepki olarak, protesto amacıyla Mahkeme’ye çıkmayı reddetmem…

Hukukî olarak nazik bir mesele: Beni 26 Ocak’taki Mahkeme’ye çıkarmak için yapıldığı söylenen, sabahın kör bir saatinde hiçbir şey söylemeden askerin doğrudan ateş açmasıyla başlayan ve (1) kişinin ölümü ve (5) kişinin yaralanmasıyla neticelenen operasyon; operasyonun niteliğinin hukukî olup olmaması bir yana, sadece benim davam ile ilgisi yönünden bile hukukî midir?.. Metris Cezaevi Savcısı’nın, Mahkeme’ye çıkıp çıkmayacağımın cevabını almak üzere geleceğini söylediği 25 Ocak’ın sabahında gerçekleştirilen bu operasyon?..

Aslında Cezaevi Savcısı’nın Mahkeme’ye çıkıp çıkmayacağımı öğrenmek istemesini söylemem de lüzumsuz; çünkü 26 Ocak’ta Mahkeme’ye çıkarılmak üzere gelinene kadar kimsede böyle bir ve tahmin yürütme yetkisi yoktur. Oysa bunun bir adım daha ilerisine gidilmiş, işin içine müneccimlik girmiş ve benim Mahkeme’ye çıkmayacağım kesin kaziye kabul edilerek sözkonusu operasyon gerçekleştirilmiştir…

Ve DGM Savcılığı’nın iddianâmesine hangi şartlar altında cevab yazdığımın daha iyi takdir edilmesi için arkası: Yaralıların çıkarılması ve teslim olunması hususunda operasyonu yürüten Albay, “hiç kimseye kötü muamele yapılmayacak, Devlet sözü!” diyor. Devlet sözüyse fena!.. “Biz, söz namustur uhdesine bağlı insanlarız, sizin sözünüze güvenmek isteriz!” diyoruz, kabul görüyor; ve en son benim çıkmam şartıyla arkadaşları tek tek alıyorlar. Sıra bana gelince durum değişiyor: Benimle beraber çıkacağına söyleyen Albay, “tamam!” diyor ve benimle ilgisinin kesildiği o ânda yüzleri döğüş maskesi gibi bir şeyle örtülü grub, koluma giriyor. Askerin oluşturduğu koridor içinde kim vurduya gelmek gibi bir durumda olduğumu anlıyorum. Fakat enteresan; bu kasklı asker koridoru içinde birkaç kişi dışında tekme ve yumruk vuran olmadı. Koluma giren grubtan biri -burası önemli- bana, “sen de asker çocuğuymuşsun; boyuna askere saldırıyorsun, bu düşmanlık nerden?” dedi. Aslında onun söylediği, istihbarat raporlarından adlî mekanizmalara ve kamuoyuna kadar istediğini istediği gibi sunan ve tersine şeylerin karşısında cılız kaldığı basının, “İBDA-C boyuna askere saldırıyor!” şeklindeki haberi idi. “Ben adalet sistemini protesto ediyorum, üzerime askeri yolluyorlar!”dedim.

Neticede, beni tepeleyecekleri bir yer telâşesinde, orası mı burası mı derken, Metris Cezaevi’nin dış bahçeye açılan mevkiine kadar geldik. Beni odadaki bir sandalyeye oturttular, ardından kollarım kelepçelendi ve hemen akabinde de dışarı çıkartılarak sözkonusu grubun içine salındım. Üzerime üşüşenlerin tekme ve yumruk darbeleriyle yere düştükten sonra, kafama ve vücuduma yediğim sayısız darbeden sonra kendimden geçtim. Aradan şu kadar gün geçmesine rağmen beni günde birkaç kez baygınlık hâline sokan o darbelerin tesirine rağmen, o gün nasıl sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim. Neticede; hadisenin vukubulduğu yere koyulmuş bir masa üzerinde ayıltılırken, patlayan sol kaşıma dikiş atıldı ve masadan indirildim. Ne hâle getirilmiş olduğumu göstermek için sadece şu sahne yeter:


Bütün vücuduma müthiş bir hissizlik ve uyuşukluk hâkim şekilde, Kartal Cezaevi’ne getirildim. Sol bacağımın üzerine basamıyorum. Bu hâldeyken, başlarında 4 sırmalı olduğunu sandığım bir Astsubay ve bir başka Astsubayla birlikte askerler, beni tepelemek için bir odaya aldılar; ve sesimin çıkmaması için ağzımı kapama çabaları sırasında, kaşımın üzerindeki gazlı bez veya pamuk da söküldü. Dışarı çıkarılınca doktor faslı: Pişkin olmadığı tedirgin tavırlarından belli ve besbelli ki “tenbihli” bir adam, bana, “sırtında bir darbe falan yok değil mi?” dedikten sonra, muayene bitmiş olarak önündeki kağıdı dolduruyor… Acelesini bildiğim doktor’a, “yüzümde ve kafamda birşey yok değil mi?” deyince, sanki kendisine farkında olmadığı birşey söylemişim gibi, “yok!” cevabını verdi; ve oradan, koluma giren gardiyanlarla Cezaevi’nin “müşahede” bölümüne götürülürken, bir gardiyanın arkadan sağ böğrümü bulan tekmesi… Hemen söylemeliyim ki, bütün bunları,acıklı bir tasvirle merhamet devşirmek için değil, koruma ve kolluk görevinden Cezaevi’ne kadar bir bütünlük teşkil eden Adalet sisteminin halini göstermek için yazıyorum: (1)ölü (5) yaralıyla neticelenen malûm operasyonun ardından “Devlet’in itibarı kurtuldu!” diyebilen Adalet Bakanı, evvelâ kendilerinin koydukları kanunlara saygılı olsalar ve bunun uygulanışını takipte bulunsalardı, Devlet’in kendi adına asıl itibarının “adalet” olduğunu da göstermiş olurlardı…

Neticede: 26 Ocak 2000 tarihinde, sol dizimden topuğuma kadar öbürünün iki katı olmuş fil bacağı gibi bir bacak ve kafam gözüm yaralı hâlde, -tahkir edici davranışlardan filân vazgeçtim-, karşınızdayım… “Yukarılardan “ gelen tenbih gereği, Mahkeme’de nasıl davranmazsam sonucunun ne olacağının tehdidini-imâsını almış olarak; ve gazeteciler resim çekerken sünepe görünmem için, üzerimdeki yeleğin beni gösterişli yapması sözkonusu edilip huzurunuzda çıkarılmış olarak…


Aslında bütün mesele şu noktada toplanıyor: Vaktiyle bir Milletvekili’nin, “bu memlekette iki zümre meydana getirdiler;biri polisin korkuttukları, biri de polisin korktukları!” demesi gibi, duruma göre, birileri Hukuk’un bu tarafında kalırken, birileri öbür tarafında kalıyor… Estirilen hakim psikolojiye göre!…


Hukukun en genel ilkelerinden biri, “kişi mahkemede hüküm giyene kadar suçsuzdur” diye dursun, büyük sermaye teknesinin cariyesi basın hakkımızda Savcı ve Hakim olmanın da ötesine geçerek, hüküm giymiş olsan bile gerçek bir Hukuk Devleti ve ahlak ilkeleri önünde tasvip edilemez aşağılık bir ağızda maruz kaldığım muamele için birilerini yağlamış ve kamuoyu önünde beni küçük düşürmeye çalışmıştır… Savaşta bile bir esire davranış şekli Milletlerarası cari bir hukuk olarak düzenlenir ve bu yasanın bir gerçek halini alması gerekirken, benim mevcut hukukun öbür tarafında kalanlar tarafından kafamın gözümün yaralanması, bacağımın sakatlanması, saçımın sakalımın kesilmesi ve ayakta duramaz bitkin halim karşısında atılan başlıklar malum:“Traş olurken yüzünü kesti-Yolunmuş Tavuğa Döndü!” bunlar, hayatı ona buna tavukluk yapmakla geçmiş veya buna aday, anasından yana özürlü ve benim ruh aynamda kendi ruh aşağılıklarını görüp tasvir eden adamlar…Şu satırlardan sonra bile, irkilip silkinecekleri yerde sadece sırıtacaklarını bilmek için, kahin olmak gerekmez… Ama onlarla aynı çizgide saf tutan ve “Devlet’in itibarı kurtuldu!” diyen Adalet Bakanı için ne demeli?.. Hukuku dehleyip de estirilen “psikolojik” hava?..


F tipi cezaevi uygulaması için beni Saadettin Ustaosmanoğlunu ve Ali Osman Zor’u kobay seçen Adalet Bakanı’nın emri gereği şu satırları yazdığım 10 Şubat itibariyle, tek başıma bir odada, televizyon ve radyo gibi haber dinleme imkanlarından mahrum ve şimdiye kadar çoluk çocuk dahil hiçbir yakını ile görüşmemiş olarak, hınç devşirici şartlarda, cevap hazırlamaya çalışıyorum…

Bütün kurumlarıyla bir bütün olan “Adalet Sistemi”nin, bırakın hukuku, en basit insan haysiyetine bile riayet etmez bu tıkır tıkır işleyişi karşısında, üst kattakilerin gururdan gözleri yaşarıyordur herhalde… Ufak bir hatırlatma:Yassıada mahkemeleri sırasında, konulduğu hücre için “burada insan nasıl yaşar?” diye serzenişte bulunan bir Milletvekili’ne, gardiyan “aman efendim! buraları sizin Meclis’teki oylarınızla yapıldı!” diyor…Kıssadan hisse!..


DGM savcılığının “kanatsız kuş” misalini andırır bu sığ ve sakat tasviri, kısır mantık ve sakat suç isnadı, benim temsil ettiğim davanın ulviyeti önünde “işte yobazlık budur!” kabilinden bir mahiyet belirttiği gibi, hukuk haysiyeti açısından da bir suçtur.Yakalanışımdan, polis sorgusundan, sözkonusu iddianamenin keyfiyetine kadar herşeyi destanlık bir komedi olarak kitaplık çapta ortaya koyacağımı kamuoyuna duyururum.


Kitaplık çapta ortaya koyacağımı söylediğim, “hukuku uygulama durumunda olanların hukuk dışı davranışlarının” destanı, malum Metris hadisesinde telef oldu; bu ayrı dava… Mesele şurada: Ben bunu ifade etmişken, 26 Ocak’ta kafam gözüm yaralı ve üstüm başım çamur, bitkin bir halde Mahkeme’de iken bu halimi dünyanın hiçbir yerinde -tabii, Hukuk Devletin’nden bahsediyorum-görülmeyecek şekilde yamyamca şakşaklayan bir kısım aşağılık basın, suç olan bir fiili övmekle kalmamış, aynı zamanda benim “zaten Mahkeme’ye gelecektim!” sözümü “Mahkeme’de kuzu kesildi!” ağzıyla tahkir ve bilhassa TAHRİK edici şekilde vermiştir…Basın, kuklalık ettiği güçlerin elinde yönlendiricilik yapıyor ya, burada sözü, arkasından ben devam etmek üzere, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un Adli yılın açılışında yaptığı konuşmanın bir kısmına getirmek istiyorum ki, şöyle diyor:
-“Akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayattılar.İnsanların, yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kestiler; kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler.Kimileyin de insanları parçalara ayırdılar, sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her TOTALİTER rejim gibi bir meyve koparmak için ağacı devirdiler.Özgür birey yok oldu.Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı; bu, Devlet’ti. Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet, çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık olup çıktı”

Yargıtay Başkanı’nın yaptığı tesbit, benim en başta “Hukuku kapsayıcı rolü” diye yaptığım tesbite, TEKLİF farkıyla yakındır: Zaman zaman o konuşmaya atıfta bulunacağım… Benim teklifim malum:Büyük Doğu – İBDA sistemi… Sözkonusu tesbit, varlığını bizzat çarpıklığa borçlu ve bu çarpıklıktan nemalanan “3000 aile” diye ifade ettiğim zümrenin çıkarına göre bir müesseseleşme kurumlaşmanın, devlet kurumunun halini gösteriyor…Bu çerçevede benim davamda da görüldüğü gibi bir ucu devlet içinde olan basın, çok bahsedilen gücünü ahlaklı veya ahlaksız çalışanlarından değil, onları kendi çıkarı için kiralayanların gücünden almaktadır…Hani şu; 20 milyonu gerçek anlamda aç ve geri kalanı köle, uşak ve korucu haline getirilmiş ve bir kısmı da -mesela siyasiler ve değişik meslek mensupları- çıkar ortağı edinilmiş bir insan coğrafyasında tereyağından kıl çeker gibi trilyonları ve katrilyonları götürenlerin gücü.


Bir trenin içinde, onun gidiş istikametine ters yönde yürümenin, trenin kendi istikametinde yol almasına bir zararı yoktur; bunun gibi müsaade edilen çerçevede çıkan birtakım doğruyu ifade eden yazılar, yukarıda sözünü ettiğim büyük basın içinde, aykırı sesleri de kendi veriyormuş havasını doğuran çeşni neviindendir…

Netice olarak: 1975’den beri dergi kitab faaliyetleri hâlinde fikir üreten ve 1984’den beri de bunu İBDA markası ile gerçekleştiren ben, “fikir suçu” kapsamında doğrudan şahsî faaliyetimle ilgili olarak suçlanabilmem durumu bir yana, ne dün için, ne bugün ve ne de yarın, benden yapılan iktibaslar veya bana yapılan atıflardan dolayı, legal veya illegal işlerin mesulu tutulamam…

Nitekim, tutukmanmamdan 5 ay önce bir başka İstanbul DGM Savcısı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belge -ki Avukatım Harun Yüksel tarafından “İddianame ve ekleri hakkında beyanlarımız” diye Mahkeme Başkanlığı’nıza verilmiştir- bunu teyid eder:

-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NIN SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL’DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERİNDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)

Ve Avukatım Harun Yüksel, “Adana DGM dosyasında İstanbul DGM dosyasından farklı hiçbir delil yoktur. Ve İstanbul DGM Savcılığı bu kararı verdikten 5 ay sonra müvekkilim tıpkı Adana dosyasındaki gibi mesnetsiz iddia ile, yasadışı örgüt yöneticisi olma iddiası ile gözaltına alınıp tutuklanmıştır… Bu 5 ay içinde ne değişmiştir?” diye soruyor… Ortada ne emare, ne karine ve ne de delil olmaksızın tutuklanmamın en şirin cevabı, bütün bu olup bitenlerden sonra doğruluğundan asla şübhe edilemez şekilde, polis sorgusunda –Komiser veya Komiser Yardımcısı- Bahri’nin, “yukarıdan bastırıyorlar;sen İBDA-C örgütünün lideri olduğunu mecburen kabul edeceksin!” sözüdür. 100 sayısının tabiî olarak 99 sayısına kadar bütün sayıları içinde barındırması gibi, aynı doğruluk ölçüsüyle, polisteki sorgudan başka bir sahne:

Bana sordukları soruların cevaplarından, daha hülâsa edilmiş sorular hâlinde, hiç yurtdışına çıkmadıysam bunu isbat etmem gerektiğine dair saçmalıklar da içinde, 5-6 madde hazırlamışlar… Bahri ile beraber, -aynı yaşlarda,sarışın, ismini Mehmet diye bildiğim Komiser veya Komiser yardımcısı- üçüncü maddeye geliyorlar:
-“Tamam, hiç kimseyle görüşmediğini ve tanımadığını kabul ediyoruz; talimat da vermediğini kabul ediyoruz… Gelelim şu liderlik mevzuuna…”

Ben “hiç kimseyle görüşmediğime, talimat vermediğime göre, nasıl örgüt başı oluyorum ki?” deyince, Bahri, 20 bin kişinin yargısız infazlarla gitmesine nisbetle hafif kalacak şu sözleri söyledi:
-“Biz sana kötülük yapmak istemiyoruz;isteseydik, evinin bahçesine eroin gömer, eroin yakaladık, derdik… Gel sen şunu güzellikle kabul et!”


Benim bu güzelliği kabul etmemem karşısında, Mehmed hışımla atıldı:

-“Yuh be sana!.. Bi Terör Örgütü’nün başıyım diyemiyorsun, delikanlılık yapamıyorsun! Burada eylem yapmış kaç kişi seni öve öve bitiremedi… Bi slogan bile atamadın!”


İBDA ile İBDA-C arasındaki fark ve “kendinden zuhur” bahsi ile ilgili “anlamak için sordukları sorulara da, “ben orada 41 tane kitab yazmışım, okuyun!” deyince, Bahri, şu tersine harika cevabı verdi:


-“Aslanım, Savcı senin kitablarını okuyacak değil. Buradan önüne ne giderse o…”


Bütün bu anlattıklarımdan da anlaşılıyor ki, ben, yakalanışımdan ve tutuklanışımdan sonra binbir türlü bayağılıkla aleyhimde yönlendiricilik görevi yapan basın bir tarafa, doğrudan adaleti ilgilendiren polis sorgusundan bu yana da “suçsuz olduğunu isbat et!” gibi hukuk dışı bir muameleye maruz bulunuyorum… Neticede: Yukarıda kendilerinden iktibaslar yaptıgım kişilerin yazılı ve sözlü düşünceleri gibi, ben de İBDA markası altında çeşitli mevzulara dair düşüncelerimi beyân ediyorum… düşünce beyân edenle muhatabları arasındaki farkı da, her düşünce için geçerli olmak üzere, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser,isteyen adam” sözüyle ifâde ediyorum…

( Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne MİT’te ve ne de Siyasî Şube’de, sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi… İBDA – C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA’nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler… Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi bir şey… Bütün bilgileri, gazete haberleri çerçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonrada bunları İstihbarat Teşkilatı’nın çalışması diye basına veriyordu…)


İkincisi: Ugur Mumcu cinayeti… Cinayetten bir kaç gün sonra, Hürriyet Gazetesinde, yine “polisten alınan bilgiye göre” kaydıyla, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili olarak, benim ve 15 arkadaşımın gözaltına alınıp sorgulandığım yalan haberi çıktı… Uğur Mumcu’nun Avukat ağabeyinin ısrarlı takibleriyle işin hangi mecralara döküldüğünü ve nerelerde takıldığını biliyorsunuz.


Bir kısım kimseler veya örgütler eylem yapacak, Hattâ mesela İBDA-C Fetih diye bir örgüt eylem yapacak, oraya bırakılan kağıt veya telefonla üstlenildi diye, -buraya dikkat edilsin,altını çizerek söylüyorum-, eylemci veya talimat veren olarak ben münasib görülüp, hakkımda böyle bir psikolojik hava oluşturulacak veya “suçsuz olduğunu isbat et” gibi bir davaya mevzu olacağım…

Hukuk devletinde böyle bir şey olabilir mi?..


Savcılık iddianâmesi, eskilerin “muhayyelâttan terekküb eden kıyas” dedikleri şekilde, “o, o olursa, bu da bu olursa, netice şudur” kabilinden, benim “münasib görme” dediğim şekilde devam ediyor: “Lidersiz bir örgüt düşünülemediği gibi, örgüt mensublarının gerçekleştirdiği eylemlerden de örgüt liderinin sorumlu tutulmaması eşyanın tabiatına aykırı düşer. İBDA-C adlı örgüt mensublarının gerçekleştirdiği tüm eylemlerden örgüt lideri de sorumludur. İBDA-C örgüt mensublarının Kumandan kod Sanık İzzet Erdiş’e bağlılığı…” diye, örgüt mensublarının yaptığı eylemler faslıyla sürüyor… “O o olursa, bu da bu olursa. netice şudur” da, o öyle değil, bu da böyle değil”; neticede de, ne legal vene de illegal hiç bir İBDA-C’nin lideri değilim… Bu çerçevede, beni suçlamak için, bana olan bağlılıktan bahsetmek, “suçun şahsiliği prensibi”ne aykırıdır. Nasıl ki, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yakınlığı ve bağlılığı malûm üst katlarda oturan, katrilyonlara varan yolsuzluk ve cinayete varan sair suçlarda adlarının geçmesinden dolayı o suçlanamıyorsa ve sık sık “suçun şahsîliği prensibi”ni tekrarlıyorsa, “hukukta eşitlik prensibi”nden hareketle hiç tanımadığım insanların bana bağlılığından dolayı da aynı şekilde ben de suçlanamam… Bu misâl başa alınarak, sayısız misâl temin edilebilir.


Yakalanışımdan 5 ay önceye âit Savcılık hükmü hiçbir yasadışı ilişki içinde bulunmadığımı tesbit ederken, hâlihazır suçlamanın hülâsa olarak altını çizdiğim kısmı, netice olarak “olsa olsa budur!”cinsinden bir “münasib görme” işidir… Bu “münasib görme” işinin hukuk dışı olması bir yana, ölçüsü nedir? Niye şu değil de bu?


Mesele şurada: Büyük Doğu ve İBDA, eserlerimde binbir defa geçtiği gibi, bir ayniyetin iki kanadı olarak bir terkib belirtir; yâni Büyük Doğu-İBDA… Biri, eşya ve hadiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrıdır; diğeri aklın “niçin” tavrı… Buna rağmen “o olmakla, ondan olmak” arasındaki fark gereği, İBDA’ya isnad edilen bir suçtan dolayı, Büyük Doğu suçlanamaz… Aynı yekilde legal veya illegal İBDA-C’lerden dolayı da, “o onu tanıyor bu bunu tanıyor”diye sorumlu tutulamaz… Eğer sorumlu tutulursa, ben de diyorum ki, “benim liderim Necip Fazıl’dır!” … Üstadım’la Turgut Özal’ın teması malûm olduğuna göre o da örgüt üyesi… Şayet bugün bu iki ismin vefat etmiş olduklarını ileri sürerseniz, o zaman da, sağlığından beri Turgut Özal için “benim doğal liderim!” diyen ve onunla yan yana çalışması malûm Mesut Yılmaz’ı örnek gösteririm… Yani örgüt liderliğine niye onlar münasib görülmüyor da, “olsa olsa budur!” kabilinden bir yaklaşımla ben yasadışı örgütün lideri oluyorum?..

Aynı şekilde: Necib Fazıl’ın 1976’da başlayan ve Süleyman Demirel’ in 3-5 bin adedini üst fiatından alıp partililere dağıttırarak katkıda bulunduğu “Rapor”isimli kitab-dergide, Nisan 1980’den sonra 12 Eylül’deki sonuncu 13. sayısına kadar ben de yazdım. Süleyman Demirel’in haftada veya onbeş günde bir telefon etmesi ve saygılarını bildirmesinin ve ara sıra dergiye siyasî çıkarı gereği para yardımında bulunduğunun şâhidiyim. “Kavgam-Necip Fazıl” adıyla günlük bir tarihçe şeklinde tertipleyerek basılan onun yazılarında müteşekki bu eserimde, sözkonusu yakınlık süzülebilir… Buna nisbetle, niçin yasadışı örgütün liderliğine o münasib görülmüyor?


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vesilesiyle, münasib görme işinden başka, şu “kumandan kod” lâfına da açıklık getirmiş imkanını bulmuş oluyoruz… Şöyle: “kod” belirli bir göreve tahsisen veya -şifre gibi- gizlemeye dair işlerde kullanılır. “Lâkab” ise, asıl adından başka bir kimseye başkalarının taktığı addır… Süleyman Demirel’e 10-15 senedir “baba” denmesi malûm; ama hiç kimse, onu çok sevip sayıyorlar, görüşüyorlar, samimiler veya akrabalar diye, onların bulaştıkları katrilyonlara varan yolsuzluklara adları karıştığı için, “Baba”yı, mafya babalığına yormuyor, “münasib görmüyor”… “Kumandan” lâkabı da, bana 1980’lerde “Rapor” Dergisi çıkarken yakıştırılmış bir lâkaptır. Ortada hiç bir legal veya illegal hiyerarşi ve ilişki olmamasına nazaran, bunun böyle olduğu da açıktır…


Savcılık iddianamesindeki, “kurulacak Büyük Doğu İslam Devleti’nin Komutanı seçilecek olan Kumandan kod Salih İzzet Erdiş” sözünü de anlamış değilim… Necib Fazıl’ın “Büyük Doğu İdeolocyası” isimli eserinde geçen “Başyücelik Devleti” faslı, benim “Başyücelik Devleti” eserimde tahlil edilmiştir; ve orada, “Başyücelik Devleti”nin başının, “Başyüce” diye adlandrıldığı sabittir… “Kumandan”, eğer bir görev ve hiyerarşi olarak kullanılıyorsa, bu “askeri bir görev” ifâde eder ki, hem “kumandan” seçimle gelmez, hem de “Devlet Başkanı” değildir.


Salih İzzet Erdiş
21 Şubat 2000

 

R.Çakır:Salih Mirzabeyoğlu’na Yapılan Haksızlık

Ruşen Çakır 

07.03.2012 Vatan

Daha birkaç aylık gazeteciyken, 1985 yılında Nokta Dergisi’nde Ayşenur Arslan’ın şefliğinde kurulan bir ekipte görev aldım. Amacımız yeni yeni konuşulmaya başlanan İslami hareketin yükselişini masaya yatırmaktı. Sonuçta başörtülü bir kızın fotoğrafı ve “Dinci gençlikte patlama” başlığıyla yaptığımız kapak çalışması Nokta Dergisi’ne sahiden patlama yaşattı. Bunda İslami hareketin temsilcilerinin görüşlerinin aracısız olarak aktarılmasının payı büyüktü. 

Bugünden bakıldığında gülünç gelebilir ama o tarihte İslamcılara doğrudan mikrofon uzatmak alışılmış bir şey değildi; devletin “irtica” raporlarıyla yetiniliyor, İslamcılar bir tür uzaylı gibi görünüyordu. İşte Nokta Dergisi, Türk basınına yaptığı birçok olumlu katkıya ek olarak bu geleneği de kırarak bir çığır açtı. 

Ekip içinde İslamcılarla görüşmeleri ben üstlenmiştim. İlk işim piyasadaki İslami dergileri toplamak, varsa telefonla, yoksa doğrudan adreslerine giderek (o tarihte bazı İslamcı dergilerin telefon bağlatacak paraları bile olmayabiliyordu) talebimizi ilettim. Başta çok şaşırdılar, çünkü dışlarındaki medya kendilerini ilk kez muhatap alıyordu. Bunlardan kimi teklifimizi kabul etti, kimi etmedi. Sadece bir mülakatı, Salih Mirzabeyoğlu ile olanı yayınlayamadık. Bunun nedeni, söylediklerinde herhangi bir suç unsuru filan görmemiz değildi, açıkçası Mirzabeyoğlu’nun sorularıma verdiği cevaplar popüler bir haftalık haber dergisinin sınırlarını hayli aşan bir yoğunluktaydı. 

Nevi şahsına münhasır 

Meslek hayatımda çok sayıda İslami grup, cemaat ve çevre tanıdım; birbirinden farklı İslamcı şahsiyetlerle tanıştım. Bunların birbirleriyle benzeşip ayrıştığı noktaları bulup çıkarmak, aralarındaki ilişki ve ilişkisizlikleri, sorunları tahlil etmek beni hep heyecanlandırmıştır. Bu noktada Mirzabeyoğlu ve onun düşünsel liderliğini yaptığı İbda hareketini oldum olası “nevi şahsına münhasır”, yani kendine özgü olarak tanımlamışımdır. 

Bu nedenle, 1990’da ilk baskısı yapılan Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar kitabımda en çok titizlendiğim bölümlerden biri İbdacılarla ilgili olanıdır ki İslami hareket içinde “marjinal” olarak tanımlanabilecek bir çevreye gösterdiğim bu ilginin diğer bazı İslamcıların hoşuna gitmediğini de biliyorum. (Bu yazıda uzun uzun Mirzabeyoğlu ve İbda’yı anlatma imkanım yok, zaten zaman epey değişti; oturduğunuz yerden, internet sayesinde birçok şeyi öğrenmek mümkün.) 

Suç örgütü lideri mi? 

28 Şubat’ın tam hız tartışıldığı şu günlerde, bu sürecin birinci derecede mağdurlarından Mirzabeyoğlu’nun adının çok az geçmesi, birçoklarının amacının geçmişle hesaplaşmak değil düşmanlarıyla/rakipleriyle olan hesaplarını görmek olduğunu kanıtlıyor. Şöyle ki 28 Şubat’ın en sert yaşandığı bir dönemde 1999 yılına birkaç gün kala tutuklanan Mirzabeyoğlu örgüt liderliği suçlamasıyla müebbet hapse mahkum edildi. 

Olayın hukuki boyutunu tartışacak değilim, fakat konuyla ilgili bir gazeteci olarak Mirzabeyoğlu’nun bir suç örgütü lideri olduğunu düşünmüyorum. Zaten onun “İbda” olarak tanımladığı dünya görüşü bu tür katı merkezi bir yapılanmayı ilke olarak dışlıyor. Öte yandan kendilerini İbda düşüncesiyle tanımlayan bazı genç gruplarının kimi silahlı eylemlere girişmiş olduklarını biliyoruz fakat bunlardan Mirzabeyoğlu’nu doğrudan sorumlu tutmanın hakkaniyetli bir davranış olduğu kesinlikle söylenemez. Kaldı ki “provokasyonlar bize yarıyor” diye PKK’nın yapıp da üstlenmediği terör eylemlerine bile sahip çıkan; Körfez Krizi sırasında “Saddam sen oradan, biz buradan” diye pankart açan ve kendilerini İBDA-C diye adlandıran gruplar artık tamamıyla sahneden çekilmiş durumda. 

Sözü uzatmaya gerek yok: Geçen 14 yıl zarfında birçok cezaevinde dolaştırılan ve halen Bolu F Tipi Cezaevi’nde yatan Salih Mirzabeyoğlu ülkemizde sayıları hiç de az olmayan düşünce suçlularından biridir ve en kısa sürede kendisine yapılan haksızlığın sona erdirilip özgürlüğüne kavuşması sadece o ve sevenleri için değil tüm Türkiye için hayırlı olacaktır.

TSK, Darbe Dönemi El Koyduğu Belgeleri Geri Veriyor

TSK, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinde el konan Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Meclis arşivlerini, ilgili kurumlara iadeye hazırlanıyor. 12 Eylül 2012’ye kadar teslim edilecek arşivlerde Dersim ve 1915’te yaşanan olaylarla ilgili belgeler de yer alıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet tarihinde yapılan askeri darbe dönemlerinde sivil kurumlardan alınan belgeleri iade etmek için çalışma başlattı. Bu çerçevede 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde el konulan arşivler ait olduğu kurumlara iade edilecek. Her iki darbe sonrasında Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ait arşivlerine el koymuş, binlerce belge ve fotoğraf ile film Genelkurmay arşivine taşınmıştı.

SON TARİH 12 EYLÜL
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in talimatı ile yaklaşık 1 aydır yürütülen tasnif ile Genelkurmay arşivindeki belgelerin hangi kurumlara ait olduğu belirleniyor. Bu çalışmanın yaz sonuna kadar sürmesi bekleniyor. Hedef ise belgeleri 12 Eylül 2012’den önce ait olduğu kurumlara göndermek. Söz konusu arşivlerde darbe dönemlerinin yanı sıra, Dersim ve 1915 olaylarıyla ilgili belgeler de bulunuyor. Genelkurmay, ilgili belgeleri iade ettikten sonra kendine ait arşivi de yeniden düzenleyerek dijital ortama aktaracak.

DARBE KOMİSYONU
Arşivlerin iadesiyle başta Cumhurbaşkanlığı olmak üzere, Başbakanlık ve TBMM’de askeri darbe öncesi ve sonrasında yaşananların perde arkası da ortaya çıkacak. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla TBMM’de kurulacak “Darbe Komisyonu” da belgeler üzerinden araştırma yapacak. AK Parti Grubu, önümüzdeki günlerde geriye dönük darbelerin, darbe mağdurlarının hak ve kayıplarının araştırılması için tüm partilerin temsilcilerinin de yer aldığı bir komisyon kurulması yönündeki önergeyi Meclis Başkanlığı’na sunacak.

DERSİM BELGELERİ
İade edilecek arşivler de Dersim ve 1915 olaylarıyla ilgili olarak çok sayıda belge ve fotoğraflar olduğu belirtiliyor. Çoğu Cumhurbaşkanlığı’na ait olan arşivden Köşk’e iadesinden sonra tarihçi ve araştırmacıların da yararlanması sağlanacak.

ARŞİV YENİLENECEK
Genelkurmay Başkanlığı, darbe döneminde el koyulan belgeleri ayıklayıp ilgili kurumlara iade ettikten sonra kendi arşivini de yeniden düzenleyecek. Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı bünyesinde oluşturulan ekip tüm belge ve fotoğrafları yeniden tasniflendirecek. Her bir belgeye yaklaşık 30 alt kategoriye ayrılacak. Hasarlı belgeler onarılacak. Yenilenmesi yaklaşık 2 yılda tamamlanacak arşivlerden, 2014’ün sonunda tüm araştırmacılar yararlanabilecek.

PATRONLARDAN DÖNEMİN BAŞBAKAN’INA TALİMAT!!!

28 Şubat sürecini yönettiği artık afişe olan medya-sermaye ilişkisinin siyasete yönelik tutumu sadece Refah-Yol dönemiyle sınırlı değil…

Star’dan Elif Çakır, medya-sermaye ilişkisinin siyaseti nasıl etkilediğini somut örnekleriyle bir kez daha gözler önüne serdi. 28 Şubat dönemi sürecinde medya ve sermaye patronlarının Başbakan’a talimat verdiğini ifade eden Çakır, dönemin Çalışma Bakanı olan Yaşar Okuyan’nın ağzından dikkat çeken anekdotlar paylaştı. İşte Çakır’ın yazısı:

28 Şubat gururla sunar!

28 Şubat sürecini yönettiği artık afişe olan medya-sermaye ilişkisinin siyasete yönelik tutumu sadece Refah-Yol dönemiyle sınırlı değil. Bu ikilinin, iktidarları parmaklarında oynatma hevesleri hepimize aşikâr oldu sanırım.

Bahattin Yücel hadisesinin ardından, -”susturulmadıkları” sürece – 28 Şubat döneminin siyasi aktörlerinden yeni itiraflar duymaya devam edeceğiz. Geçen hafta taraflar ile görüşerek aktardığım bilgilerin ardından bazı isimler eteklerindeki taşları dökmeye başladılar. Bu sürecin nereye doğru evrileceği meçhul ancak tanıklıklar aktarılmaya devam edecek gibi gözüküyor.

28 Şubat süreci sonrasında oluşturulan kabinede Çalışma Bakanı olan Yaşar Okuyan’dan dinlediklerim, medya-sermaye ilişkisinin siyaseti belirlemede, ülkenin kaderini tayinde ne ölçüde etkin olabileceğinin bir diğer göstergesi.

Okuyan, “Hayatımda iki medya patronuna minnet borcum var. Cezaevinden çıktıktan sonra bana yaptıkları iyiliği unutamam. Bir medya patronunun kitaplarını sattım nafakamı kazanmak için, diğeri de ücretsiz ilanlarımı yayınlayarak geçimimi sağlamaya yardımcı oldu” diyor. “Fakat minnet borcumun olduğunu bilmem, iktidara, parti liderlerine, hükümetin bakanına talimat verme ya da tehdit etme cüretine tepki göstermeme engel olamaz” sözleriyle “kişisel dostluk”larını yad etti sohbetimizde.Dün Okuyan’a ekmek parası için yardım eden de, sonrasında bakanlıktan istifa ettiren de aynı isim olmuş.

***

Refah-Yol’un devrilmesinin ardından oluşturulan hükümette Çalışma Bakanı olan Okuyan’ın başını yakan İş Güvencesi Yasası olmuş.

Malum çevre, içeriğini dahi okumadığı bu tasarıya takmış ve “istemiyorum, çıkmayacak bu yasa” diye tutturmuş. Hatta Okuyan’a dostluğun da hatırına önce uyarı yumuşak bir dille“Sen elli yıllık milliyetçi adamsın, elli yıl sonra komünist mi oldun da onları memnun edecek yasa çıkartıyorsun. Boşver bu işleri” sözleriyle yapılmış.

Yapılmış yapılmasına da Yaşar Okuyan anlamamış bunun aslında bir ikaz olduğunu..

Sonrasında başlamış, “tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” süreci… Önce kızının, sonra eşinin ve sonrasında ise kendisinin, haberle uzaktan yakından alakası olmayan mayolu-göbekli fotoğrafları yayınlanmaya başlamış sayfa sayfa…

Hay Allah dedirten bir sit-com o dönemde de oynanıyormuş ve kimseciklerin haberi yokmuş meğerse yayınlanan fotoğraflardan…

O fotoğrafların hangi ara çekilip arşivlendiğinden haberi de yok Yaşar Okuyan’ın…

Durumdan rahatsız olan Okuyan, ne olup bittiğini anlamaya çalışırken fotoğraf netleşmiş…

Aba altından sopa gösterilen, sonra sopanın ucu ile muhatap olan Okuyan’a bitmeyen direnişi karşısında açıkça şu söylenmiş:

“Bu işin altından kalkamazsın Yaşar, sermaye bunun hesabını sorar senden.”

Bu ülkenin Bakanı “beni tehdit mi ediyorsunuz?” diye sormuş sesini yükselterek. Ne dense beğenirsiniz: “Bu konuştuklarımızı çıkıp bir yerlerde açıklarsan inkar ederiz!”

Okuyan, Mesut Yılmaz’ı arar ve anlatır olan biteni, kendisini koruyacağı zannı ile.. Yasa tasarısının imzalanacağını beklerken Okuyan, Mesut Yılmaz bir telaş içerisinde “Neredesin sabahtan beri seni arıyorum nereye kayboldun” der kızgınlıkla. Yılmaz, bakanlar kurulu toplantısı öncesinde Bakan’ı çeker karşısına ve mevzuyu anlatır.

“Bakanlar Kurulu toplantısında İş Güvencesi Yasa Tasarısını geri çekeceksin. Ecevit’in haberi var, o da onaylayacak” der. Bu tavrın seçimlere az bir süre kala ANAP’a zarar vereceğini anlattıysa da, Mesut Yılmaz “ısrar etme, ne diyorsam yapacaksın” diye cevap verir. O sırada telefonu çalan Yılmaz şöyle konuşmaktadır: “Tamam efendim, şimdi konuşuyorum Yaşar’la, çektireceğim yasayı. Merak etmeyin hallediyorum, tamam… Tamam.”

Okuyan’ın aktardığına göre, Yılmaz’ı sabahtan beri arayan arayanadır… “Siz talimat mı alıyorsunuz” deyince, Yılmaz şaşkına dönmüş bir halde, “yeter, çok konuşma” deyiverir.

Mesut Yılmaz, 8 yıllık kesintisiz eğitim dayatması karşısındaki “siyasi hayatıma mal olsa da çıkacak” boyun eğişini, bu kez medya-sermaye patronları karşısında tekrarlamaktadır. Bakanına “çok konuşma yeter” diyerek. Sermaye ve medya çevrelerinin, hangi “vatansever” duygularla Silahlı Kuvvetleri “sevdiklerini” gün geçtikçe daha iyi anlayacağız elbette!

Demirel’in 28 Şubat Savunması Telegram-Zihin Kontrol Faaliyetini Yürütenlerin Ağzıyla Örtüşüyor?

Eski cumhurbaşkanlarından Demirel’in Yurt gazetesine verdiği röportajın yankıları sürüyor. Merkez sağın önemli aktörü söylemleriyle herkesi şaşırttı.

Halkta karşı devrim korkusu olduğunu savunan Demirel, 28 Şubat soruşturması isteyenleri cahillikle suçlarken, “Neden intikam alacaksınız? Şikayetiniz ne?”diye sordu.

“KARŞI DEVRİM TEDİRGİNLİĞİ ENDİŞESİ”

Devletin kurumlarına sahip çıkılmadığı hissiyle toplumun korku içinde olduğunu savunan Demirel, “Bu korku, karşı devrim tedirginliği mi?” sorusuna şu cevabı verdi: “Evet, korkular , kaygı ve endişeler karşı devrim tedirginliğidir. Vatandaşların büyük bir kısmı ‘Türkiye’de artık bir karşı devrim olmaz,’ diyor. Yani Türkiye geri günlere dönemez, çağdaşlıktan, Cumhuriyetin devrimlerinden, kadın erkek eşitliği ve kadının sosyal alanda aldığı medeni yerden vazgeçemez. Vazgeçemezsiniz, çünkü bunlar vazgeçilmez kazançlardır.”

 

“ÇAĞDAŞ TOPLUM OLALIM”

Cumhuriyetin kazanımlarına dikkat çeken Demirel, sözlerini “Her köye gidecek yol, her köyde ışık, sağlık ocağı ve medeniyet var. Gelin onları çoğaltalım iyileştirelim. Çağdaş toplum olalım” diyerek sürdürdü.

Devrimin millete dayanarak yapıldığını söyleyen Demirel, imparatorluktan ulus devlete ve laikliğe geçişin kavgasız yapıldığını savundu. Demirel sözlerine şöyle devam etti: “Devrim millete dayanan bir devrim. Çok önemli bir hadise bu ; yani laik devlet çok önemli. Gerçi bizim anladığımız laik devlet ile başka ülkelerin anladığı laik devlet birbirinden farklı. Bizimki tam laik devlet değil aslında, Fransa’nın anladığı bir laik devlet de değil. Fakat şöyle veya böyle devlet ile din bir mesafede durmuşlar. Birbirlerine karşı durmuşlar. Yani devlet dinden bir şey talep etmiyor, din de devletten bir şey talep etmiyor. Bir denge olabilmiş. İşte bu çok önemli bir hadisedir. Ve bütün bunlar içeride kavgasız yapılmış.”

“AKIL MI DİNİ DUYGULAR MI?”

Türkiye’de Telegram-Zihin Kontrol Faaliyetleri Yürüten Ekibin; “Bu Bilim mi? Din  mi?” tartışması dediği ” Telegram-Zihin Kontrol ” faaliyeti 28 Şubat Sürecinden Sonra Salih Mirzabeyoğlu’na yapılmasıyla gündemde yerini buldu. Süleyman Demirel’in “hatırlattığı şey” olarak Müslümanlar  için “Mutlak Hakim; Allah” ve “Hüküm O’nun” anlayışı kat’idir. 1999 öncesi ve sonrası Müslümanları tahakküm altına almaya çalışanlar değişmediğine göre faaliyetleri de değişmemiş demektir.

Süleyman Demirel, İslam dünyasının karmaşık ve tehlikelerle dolu olduğunu savunarak sözü Türkiye’ye getirdi: “Parlamenter sistem henüz kabul görmüş değil. İşin en önemli tarafı, Avrupa’da hâlâ tartışılan konu, ‘akıl mı, yoksa dini duygular mı hâkim olacak’ Yani şeriat mı? Hâlâ bunun tartışıldığı yerler var. Oysa Türkiye, devrimi ile bunları çoktan aşmış.”

ŞİKAYETİNİZ NE?

28 Şubat tartışmalarına değinen Demirel, soruşturma taleplerini “intikam iptidai bir histir” sözleriyle cevap veriyor: “İntikam iptidai bir histir. İptidai adamların işidir. İntikam alınır. O sizden alır siz ondan alırsınız. Bu, cahil adamların işi. Neden intikam alacaksınız? Şikayetiniz ne? Türkiye size söylediğim kazanımları kolay, kolay terk edemez. Türkiye ne kadın haklarını, ne çağdaşlığını terk eder. Bakınız Türkiye’de henüz karşı cereyanlar yok. Türkiye’de şehirlerde ahali yok, gençlik yok, üniversite yok. Bunlar Türkiye’de yok mu? Hepsi var. Şimdi nerede? Bu ülkenin üniversitesi de var, halkı da. Türkiye geriye gitmez. Ne kadın haklarından vazgeçeriz, ne moderniteden ne de çağdaş düşünceden.”

‘Necip Fazıl Bilinci’ üzerine.. Üstad Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabe”sine Bir Şerh…

Reel politiğin tüm insani oluş alanlarını peşine takıp herşeyin sahte ve yapay olanını sergilediği ve konjonktürel olanın herşeyi silip süpürdüğü bir zeminde Üstad Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabesi”nin oldukça lüks ve fantazi sayılacağını biliyoruz. Bizim, böyle bir lüksümüz (daha doğrusu kaygımız) yok! Çünkü Necip Fazıl’a bağlılık iddia edenlerin, “O’nun Ocağından geldiği”ni söyleyenlerin, “Biz Büyük Doğu’dan yetiştik” diyenlerin reel-politik karşısında ‘tazim’e durduğu ve ‘hiza’ya geldiği günümüzde, her zaman ve zeminde “Ya Ol Ya Öl”, “Ya Hep Ya Hiç!” diyen ve bunun kavgasını veren ve ömrü boyunca;

“Gözleri kara, alınları fikir çizgili, kalbleri ceylan, iradeleri çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri bıçak, edaları şiir, diyalektikleri ipekten örgü, geliyorlar!”

diyerek “özlediği nesil”i bekleyen Üstad Necip Fazıl’ı yılın belli günlerinde “ölü ağlayıcıları” mistisizmi içerisinde anmak değil, O’nun “Büyük Doğu”sunu bünyeleştirmiş bir “anlayış”la her an O’nunla yaşayabilmek lazım..

Kim yaşayacak?

Ancak O’na bağlılık iddia edenlerin cevaplayabilecekleri bir soru bu..

Gençliğe;

“Genç Adam! Kalabalıkların modalaşmış yollarına düşme! Nefs murakabesi denilen o ulvi melekeye yapış ve düşün! Yol kalabalıkların yönü değil, hakikatin istikametidir! Sen O’na dön ve kalabalıkları döndür!”

uyarısını 79 yıllık yaşamının her karesinde ‘fiziki acı’ şiddetinde yaşayan ve yaşatan Üstad’ın bir antik Yunan Şairi’nden aktardığı “Meğer ben bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum” inkisarını yaşamadığını pek söyleyemeyiz!

Burada; 79 yıllık destansı bir kavganın manifestosu diyebileceğimiz Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sini şerh etmek gibi oldukça çetin ve yorucu bir işe girişmek, ‘Gençliğe Hitabe’yi dikkatlere yeniden sunmayı deneme’dir aslında.. Yoksa Üstad’ı şerh’e kalkışmak ‘kaf dağını aşmak’ gibi ‘imkansız’ birşeydir..

Gençliğe Hitabe’sine başlarken öncelikle (genel geçer söylem ve anlayışlarla özdeşleştirmemek kaydıyla) şunu söylemek gerekiyor: Üstadın hayatı tek bir genç aramakla geçmiştir. Bu ‘tek’lik sayısal anlamda ‘tek’ değil, keyfiyet, muhteva anlamında bir “yekpare” bütünlüktür.

Ruh ve kaslarıyla bir genç..

Hayatının başından sonuna kadar;
“Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin
Erken gel beni evde bulamayabilirsin!”
Hitabıyla bu genç adamı her an liflerinde, duygularında, düşüncelerinde, rüyalarında yaşatmış, hissetmiş bir büyük devrimci, bir büyük evrimcidir Üstad ..

Gençliğe Hitabe; bütün eserleri ve hayatında “fikri yaşamak yaşamayı da fikir” bilmiş Üstadın gençliğe bir manifestosu niteliğindedir..

Manifestosuna “Zaman bendedir ve mekan bana emanettir şuurunda bir gençlik” diye başlar Üstad!

Üstadın kendi terminolojisi, kendi tanımlamaları içerisinde “Zaman” ruhu, manayı ifade eder. “Zaman bendedir”.. Yani ruhun kendisinde olduğu, “Ve mekan bana emanettir” dediğinde.. (mekan maddeyi ifade eder…) Emanetin kendisine tevdi edildiği..

Kısaca şöyle diyebiliriz: zaman ruhu, mekan maddeyi ifade eder.

“Zaman bendedir ve mekan bana emanettir” demek düpedüz insanın memuriyet ve mesuliyetini ortaya koymaktır.

İnsanın memuriyet ve mesuliyeti (kendisine tevdi edilen emanet-ki dağlara taşlara teklif edilen- öncelikle aslına rücu edici yörüngede cereyan ediyor. Dolayısiyle zamanın insanda olması mekanın o zamanın uygulanacağı bir atmosfer olarak karşımıza çıkıyor ve bütün bir gençliğe emanetini, bütün bir gençliğin eşya ve hadiseleri yani zamanı tasarruf etmesi gibi bir mükellefiyeti gerekli kılıyor. Ve bu şuurla donanmış, bu şuuru kuşanmış bir gençlik özlemi içerisinde Üstad..

Gene bir şiirinde ;

“İşte bütün meselem, her meselenin başı
Ben bir genç arıyorum gençlikle köprü başı”

diyebileceği bir nesil arıyor. Emaneti bir sonraki nesillere tevdi edebilecek bir neslin özlemi, sancısı, çabası ve yetiştiriciliği rolünde Üstad.

Gençliği tanımlarken “gençlik yaş işi değil ruh işidir” diyordu ve verdiği örnekler de doksan yaşında Seyh Sadi’den, doksan yaşında sahabeden Ebu Talha Hazretleri’ne kadar genç örneğini veriyordu. Yani kasları ihtiyarlasa bile ruhu genç kalmış ve ruhuyla genç kalabilmiş bir genç tanımı vardı Üstad’ın.

Dolayısiyle fiziksel gerçekliğin ötesinde, doğumdan ölüme kadar bir süreç olarak gençliği tanımlar Üstad.

Hitabesinin hemen başında bir tarih muhasebesiyle işe başlar. Bir dünya görüşü kurucusunun inşaya başlarken yapması gereken öncelikle bir tarih muhasebesidir, bir tarih ayıklayıcılığıdır.

(Biraz geriye alarak ifadelendirmek gerekirse) Kanuni’den bu tarafa biz kaybede ede geliyoruz. Devleti kaybettik, toplumu kaybettik, aileyi kaybettik, insanı kaybettik. Bu kaybedişleri lif lif sentetik bir örgüde (İdeolocya Örgüsü) dokuyan, bunu örgüleştiren Üstad yeniden bunları kazanabilmenin, yeniden bunlara sahip olabilmenin, yeniden bu ruhla donanabilmenin örgüsünü oluşturmak için evvela bir tarih muhasebesiyle işe başlar ve şöyle der:

”Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk,vecd,fetih ve hakimiyetle süsleyici”..

Bu iki buçuk asırı yükseltici aşk dönemi diye tanımlar. Bu aşk dönemi; Osman Bey’den Kanuni’ye kadar olan asırdır ve işte bu iki buçuk asır aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süslü; devlet-i ebed müddet şuurunun nirengi noktasına vardığı bir dönemdir.

“Üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici”.. Burası da Kanuni’den Tanzimat’a kadar olan dönemdir. Üstad’ın ifadesiyle çürütücü taklitçilik dönemidir. Eşya ve hadisiler zeminine Kaba softa ve ham yobazın egemen olduğu bir dönem.

Son bir asrını da (belki de en önemli diyebileceğimiz bir asır) Allah’ın Kuran’ında Belhüm Adal dediği hayvanlardan aşağı taklitçilere kaptırıcı en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle Türk’ü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak edici tam dört evre bulunduğunu gören.. Bu evreleri yükseltici aşk,çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi evet şimdi beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik.”

Üstadın ifadeleri bu..

Burada gördüğümüz şu: Üstad bir cümleyle bütün bir tarih muhasebesini, bütün bir tarih felsefesini ortaya koyuyor. Bir toplumsal proje teklif eden Üstad; evvela toplumsal projeyi inşa edeceği zeminin arka planını çiziyor ve üçe ayırıyor bunu.

Birincisi yükseltici aşk dediğimiz devir, o emanetin (zamanın mekana aplike edilmesi) mükemmel biçimde muhafaza edildiği bir dönem. Ondan sonraki dönem çürütücü taklitçilik ve en son dediği evet şimdi ve kendisinde çok önemli bulduğu ve bütün kavgasını sürdürdüğü o üçüncü dönem dediği öldürücü küfür dönemini çerçeveliyor Üstad. Bütün eserlerini de öldürücü küfür dediği bu dönem içerisinde vermiştir.

İkinci devrede Üstad’ın Kaba Softa ve Ham Yobaz dediği bir tip vardır. Bu tipi Cumhuriyet tarihimizde ilk defa teşhis eden Üstad olmuştur. Teşhis edip böyle olunmaması gereken bir tip olarak ortaya koymuştur.

Üstad’ın bir ilkesi vardı: Bir davanın istikametini muhafaza edebilmesi, hedeflendirilebilmesi için ana ilke öncelikle özünü zıtlarından ayıklayabilmesiyle kaimdir derdi..

Özünü zıtlarından ayıklayabilmek..

Üstad’ın oluşturmak istediği, kavgasını verdiği genç tipide işte bu özünü zıtlarından ayıklaması gereken bir genç tipiydi. Yani (eskilerin deyimiyle) ağyarını mani efradını cami (kendinden olan bütün güzellikleri, iyilikleri,doğrulukları toplayıcı kendinden olmayan her türlü kötülükleri,yanlışlıkları ve çirkinlikleri dışlayıcı) bir genç tipi tarif ediyordu.

Üstad bir ideal adamıydı, bir ideoloji adamıydı.. İdeoloji inşa ediciydi.

(Ülkemizde hala anlaşılmayan bu inşa edici fonksiyon anlaşılmadan Üstad gerçek anlamıyla anlaşılamayacaktır.)

Üstad’ın getirdiği herşey tatbik edilmeye dairdir. Burayı kesinlikle gözden kaçırmamak gerekiyor.

Necip Fazıl çok değişik şekillerde tarif edilebiliyor.

Necip Fazıl;

Kimilerine göre büyük şair yani Sultanüş Şuara,
Kimilerine göre büyük hatip, usta konuşmacı,
Kimilerine göre büyük tiyatro ve hikaye yazarı,
Kimilerine göre büyük şiiri bırakmış politika adamı,
Kimilerine göre sanat ve estetik dehası..
Kimilerine göre tecrit ufkunda yaşayan bir mücerretler adamıdır.

Burada Üstad’ın asıl vasfını kaybetmek gibi tanımlamalar seziyoruz. Yani Üstad sadece ideallerin adamı, toplumdan uzaklaşmış bir adam olarak da algılanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunu kendisi de belirtmişti: ”Çok defa en ulvi tecrit ve manalandırmalara en sufli teşhis ve maksatlandırmalar musallat olur” Ve peşinden gene şunu diyordu: ”…ben mücerretler adamı o kadar indim ki mutlaka her türlü tecridin sonunda varması gereken yer müşahhasdır, toplumdur, insandır, eşyadır, olaydır” diyordu. Bütün kavgasını bu topluluğu oluşturmak üzere vermişti. Yani o idealizasyonu uygulamaya koymak, tatbik etmek için yapmıştır.

Devam ediyoruz gençliğe hitabesine: “Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün dikeyleri yatay haline getirecek bir nida kopararak mukaddes emaneti ne yaptınız? diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik”

Bir cümleyle bir tarih diliminin muhasebesi yatıyor burada.. O en son devre dediğimiz öldürücü küfür devresinin adeta bir özeti var burada.

Yeni kurbağa dili cümlesiyle de dil devriminin korkunçluğunu ve eleştirisini yapıyor.

Bir şiirinde bunu değişik bir şekilde de ifade ediyor:

”Bir şey koptu benden şey her şeyi tutan bir şey
Benim adım bay Necip babamınki Fazıl Bey”

İki nesli bölen ayıran, dünyalarını birbirinden çalan bir ayırım olmuştur dil ve Üstad bunu yeni kurbağa dili şeklinde ifadelendiriyor.

Bütün dikeyleri yatay hale getirecek bir nida kopararak: Mukaddes emaneti ne yaptınız…

Geriye doğru gidersek.. Sahabe devrinden baktığımızda; sahabe dönemi, hicri asırlar, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ortada devlet-i ebed müddet dediğimiz bir yapı var. Bütün doğrularıyla-yanlışlarıyla, uygulamalarıyla böyle bir yapı var. Belli bir zaman sonra Üstad’ın öldürücü küfür diye yaftaladığı bir kavşağa geliyoruz. (Bu kavşak Cumhuriyet kavşağıdır). Bu kavşakta (Üstadın ifadesiyle) işgal ordularının dahi yapamayacağı korkunç bir cinayetle bu mukaddes emanet kesilip atılıyor. Cumhuriyete kadar mukaddes emanetin yürütücüleri, taşıyıcıları mevcut.

Bu mukaddes emanetin bertaraf edildiğini Üstad görüyor ve bir nida kopararak mukaddes emaneti ne yaptınız diye meydan yerine çıkıyor..

Aslında Üstad Gençliğe seslenirken, kendisi bizzat bu seslenişin gereğini yerine getiriyor.

Bu hınçla dolu fakat öfkesini sadece yeniçeri ruhiyatı ve tavrı ile sadece kaslarından ibaret refleks olarak ortaya koyacak değil, bu mukaddes emanete kaplık yapabilecek, onu taşıyabilecek bir bünyeye sahip öfkeyle dolu bir gençlik arıyor Üstad.. Gününü bekleyen bir gençlik.. Bir sinir kumkuması halinde, rahatsızlık içinde psikolojik sapmalarıyla gerilimli bir gençlik değil. Öfkesini ölçülendirebilen, muhtevasıyla taşıyabilen bir gençliğe sesleniyor ve “dininin, dilinin, beyninin ilminin, ırzının, evinin, çilinin, öcünün davacısı bir gençlik”.

Bütün olumlu ve olumsuz vasıflarıyla davasını bütünleştirebilmiş, bu davasını iyi,güzel ve doğruya inkılap ettirebilecek, dönüştürebilecek birikimlerle donanmış bir gençlik ümit ediyor, hayal ediyor ve yetiştirmeye çıkıyor Üstad…

Öncelikle de dininin davacısı.. Bunu aktarabilecek dilinin, zihinselleştirebilecek beyninin, bilimselliğinin, ırzının, evinin davacısı..(Yukarıda belirttiğimiz Kanuni’den bu tarafa herşeyi kaybede kaybede gelen bir kuşağın yeniden herşeye sahip olabilmesinin adeta bir yangın yerinden koparcasına yangın yerini gül bahçesine çevirircesine çetin bir mücadeleye, çetin bir davaya adanmış, çetin bir davayı göğüslemeye çabalamış bir gençlik).

Halka değil hakka inanan, meclisinin duvarında hakimiyet hakkındır düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik.

Gençliğe Hitabenin (manifestonun) ana damarlarından biri: halka değil hakka inanan.. Bu kavramsal ifade ile İslami dünya görüşünden koparılmamızın ve sonuçta bütün muhtevayı kaybedişimizin, bütün kaliteyi kantiteye, sayısallığa döküşümüzün batıdan adapte reformalardan özellikle sayısal yani niceliğe döküşümüzün acı halini ifadelendiriyor.. Üstad hakikati işaretliyor ve “meclisinin duvarında hakimiyet hakkındır düsturuna hasret çeken gerçek adaleti bu inanışta ve halis hürriyeti hakka kölelikte bulan bir gençlik” diyor.

Üstat’ın terminolojisinde önemli tanımlarından bir tanesi de Hürriyetin tanımıdır: “Hürriyet hakka köleliktir” diyor ve köleliği bile bir özgürlük tanımına kavuşturuyordu. Bilinen anlamda maddi refleksler altında ezilmiş bir kölelik değil. Hakikat, doğruya esarettir diyerek bir tanım farklılığı getiriyor.

Devam ediyor: “Emekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın. Ama sen de zulüm gördüğün iddiasıyla kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın. Kapitalist’e ise Allah buyruğunu ve Resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın ihtarını edecek kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…”

Gençliği değişik bir boyutuyla daha yaklaşıyor Üstad. Daha doğrusu gençliğin temel sorumluluk alanlarından birisini ortaya koyuyor.

O da nedir?

Adına emek ve sermaye tabanında sistem kurulmuş, ideoloji üretilmiş iki ana kesimi emek ve sermayeyi hakikatine çekiyor ve hakikatinde temellendiriyor. Emekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın diyor.

Burada üstadın tesbitlerinden birisini daha hatırlıyoruz. Şöyle: ”Bizim toplumumuzda hasta kendi hastalığına razı olsa bile toplum onun hastalığına rıza göstermeyecek derecede hassasiyete sahip, o derecede müşfikleşmiştir..” şeklinde ifadeleri var Üstadın. Burada da aynısı. Emekçiye benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın. Ama sende zulüm gördüğün iddiasıyla kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın.. Yani mutlaka ölçülendirilmiş, sınırları çizilmiş, kendi makul mecrası içerisinde denetime alınmış bir emek hakkı bir emekçi kesimi…

Kapitalistte ise Allah buyruğunu ve resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kasasına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın ihtarını edecek.

Nedir bu Allah Buyruğu ve Resul ölçüleri? Örneğin “Alnının teri kurumadan emeğinin karşıılğını veriniz” Bunun gibi birçok mutlak ölçüler mevcut. İkisini unsurlar üstü bir zevk alanında, bir kıvamda birleştiriyor Üstad.. Zıtlar üstü bir ahenkte.. Emek ve sermayenin birbirine bir hasım gibi değil, (deyim yerindeyse) hısımlaştığı bir ilişkiler bütünü..

Bunlar idealizasyonlar yani olması gerekenler, büyük ölçüde yaşananlar değil..

Devam ediyor Hitabesi’ne: “Birbuçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını..” (burası önemli bir nokta)… Biliyorsunuz Batının önemli dinsel, bilimsel serüvenleri, reformları arayışları, çatışmaları var.. Burada Üstad Rönesans’tan bahsediyor: Rönesanstan itibaren keşif ve oyuncak dediği teknolojik dönüşümlere, çevrimlere işaret ediyor.. Ve bütün bunlara rağmen buhranını yenemeyen, kurtuluşunu arayan diyor.. Bütün bu keşifler, bilimsel donanımlar buhranını yenmeye değil, buhranını artırmaya neden olmuştur.. Kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk’ün de yine birbuçuk asırdır (Üstadın muhasebesini yaptığı başlarken belirttiğimiz) Türk’ün de işte bu batı adamında bulduğunu sandığı şeyi (burada gene Üstadın bir tesbitini hatırlıyoruz): Biz güneşi ceketimizin astarında kaybettik. Başka ceplerde arıyoruz… Batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa nümunelik teşkil edecek bir gençlik.. Ve bu gençliğin yüklenmesi gereken donanımın temellerine işaret ediyor Üstad.

Kısa bir tarih muhasebesinde şöyle ifadelendiriyor bunu(: Üstadın yanlış anlaşılan ana ilkelerinden birisidir bu..)

“İslam Türk’ün elinde bozuldu ve heryerde bozuldu. Ve bu Allah’ın Türk’e ilahi bir ihtarıdır. Türkiye’de düzelmelidir ki her yerde düzelsin! Kendisinde bozulanın ancak kendisinde düzeldikçe, o nisbette yurdunda İslam aleminde, bütün dünyada da düzelebileceğine ilişkin ilahi bir işaret, ilahi bir ihtardır..” Nasıl bir modelden maketleşerek bütün Arap alemiyle İslam alemi bozulduysa ancak Türkiye’den çıkacak yeni modeli tatbik suretiyle kendisini bulabilir… Gençliğe hitabesinde de bunu dolaylı olarak belirtiyor.

Bu bir kaderciliğin veya bir coğrafya tutkusunun veya bir etnik tutkunun değil, korkunç bir mükellefiyet ve mesuliyet idrakinin ifadesidir. Bende bozuldu, ancak ben düzelirsem düzelecek idraki.. (biraz sonra geleceğiz)

“Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım cevabını verici, benim olmadığım yerde kimse yoktur duygusuna sahip bir dava ahlakını pırıldatıcı bir gençlik..”

En önemli yere geldik..

Necip Fazıl, ıslahatçı bir düşüncenin değil İnkılapçı bir düşüncenin adamıydı.

O’nun temel ilkesi: Ya hep Ya Hiç’ti, Ya Ol Ya Öl’dü..

Yanımdaki varsa ben de varım değildi, Ben varsam bu dava var!

Ve bu soruyu sordurtmayacak bir fikir ve eylem ahlakıyla da donatmaya çabalıyordu muhataplarını..

Burada şunu diyebiliyoruz: (Üstadı anlamada oldukça önemli):

Üstad maiyyet olmaya değil maiyyen almaya memur bir düşüncenin kurucusuydu.. O hiçbir zaman teba olabilecek bir düşüncenin adamı olmadı. Teba alabilecek bir düşüncenin adamıydı.

O, hangi aidiyet dünyasına mensup olduğumuzun ve hangi aidiyet dünyasına mensup olmadığımızın ideolocyasını dokumuştu..

Biz, “Üstad” derken sembollerle konuşuyoruz. “Niçin illa Üstad?” dediğimizde “Fikrinden dolayı üstad, dolayısıyla fikri.. Fikrinden dolayı merkezleştiriyoruz.. O fikri kim ortaya koysaydı Üstad oydu..

Devam ediyoruz.. Bütün adalelerine kadar sorumluluk bilincini yüklenmiş gençlik..

“Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik..”

Bu cümlede yatan müthiş bir şehitlik şuurunu peşinen kuşanmış bir gençlik.. Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet bilecek.. Taşınan canın kıymetini ölçülendiriyor: Bu can ancak Allah yolunda feda edilirse candan sayılır, yoksa sadece bir organ..

Abdülhakim Arvasi Hz.lerinin bir sözü: “Bu yolda göze alınabilecek en hafif şey şehitliği göze almaktır..”

Lakırdı haline getirmeden.. Büyüklerin tavrıdır: Bir şey dile döküldüğü zaman hakikatinden kaybede ede gider.. Onu hal olarak yaşatmak, kaal olarak yaşatmamak lazım…

“Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik..” (Burada maddi bir ak süt tanımı yok.. Ruh adaleleri, ruh gözü, kalp gözünün hakikatiyle)

“Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri , muzahrafat kanalı sokağı,(herşey tersine inkılab etmiş) fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesi ve nesi hasılı güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyacak, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik..”

Her cümlesi bir toplumsal tarih muhasebesi.. Geleceğe yönelebilmenin izlerini taşıyor..

Gene bir tesbiti: Bize şeriate ellese küfrü değil, küfre ellese şeriati doğuracak soy lazım diyordu. Çirkine ellese güzeli doğuracak.. Tuttuğu, gördüğü her şeyi kendisine dönüştürecek bir bünye.. Bunun kazanılması..

Estetiğimizi de ölçülendiriyor:

Doğruyu mu, güzeli mi, iyiyi mi istiyorsun? Allah Resulünün gösterdiği, öğrettiği ve bellettiği diyordu..

İmamı Azamın sözü: Söz kalpten gelirse kalbe tesir eder.. Ve uzun soluklu olur.. Üstad’da da öyle olmuştur..

Devam ediyor: “Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütn eski nesillerden hiç birini beğenmeyen onlara siz güneş ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız.. Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiç biri başınıza gelmezdi diyecek ve gerçek müslümanlığın nidüğünü ve nasılını gösterecek bir gençlik.”

Burada boş bir nefs emniyeti içerisinde bir gençliği tanımlamıyor Üstad. Gerçek Müslümanlığın esasını ve nasılını gösterecek , bunla donanmış bir gençlik tanımlıyor.

Tek soluklu, konjonktürel, zamanla kayıtlı İslami akımları görüyorsunuz. Aslında bunlara ‘akım’ demek de uygun değil ya. Nedir? Bütün bir geleneğimizi yani tarihselliğimizi asr-ı saadete bağlayan köprüleri yok sayan birtakım ‘köktenci’ diye tanımlanan aslında ise ‘köktencilik’le ilgisi olmayan mevsimlik cereyanlarla asla özdeşleştirilmeyecek derecede bir gençlik tanımı veriyor Üstad..

Sadece itham eden, suçlayan, eleştiren değil, “nidüğünü ve nasılını gösterecek bir gençlik” diyor..

Devam ediyor Üstad: “Tek cümleyle Allah’ın kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, ondan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak barınak tanımayacak ve onun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye layık görecek bir gençlik..”

Mikyası, ölçüsü, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin herşey için ölçü tek: Allah’ın Resulü.. O’na dost olan dost, ona düşman olan ise mezar farelerine denk muameleye tabi tutulması gereken yaratıklar..

Bu noktada Vasiyetini hatırlıyoruz. En sonunda şunu söylüyordu:

“Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız. Hele düşmanlarını. Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki kutup üzerinde toplayınız. Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız!”

Bütün bu yüklemlerden, vasıflardan, muhteva ile donanmış gençlik tanımlarından sonra Üstad’ın geldiği yer şurası:

O; fikri yaşamak yaşamayı fikir bilen bir insandı. Bunları derken adeta biz Üstadı sanki anlıyormuşuz, ona derinliğine vakıf olmuşçasına bir nefs emniyeti içerisinde olmak gibi bir tavır içinde değiliz. Biz kendi algılayışımız kadar ancak Üstad’ı anlayabiliyoruz.

“Bu gençliği karşımda görüyorum” diyor . “Maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla… (Üstadın mücadele verdiği dönemleri hatırlarsanız.. Bir örnek verelim: Bir dönem devletin şöyle bir genelgesi vardı: “Allah’tan ve Ahlaktan bahsetmek yasaktır!” Üstad ertesi gün çıkardığı Büyük Doğu’nun birinci sayfasında tırnak içerisinde “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez” ölçüsüyle karşı koyuyordu (bugünkü deyimle) derin devlete..

Üstadın tavrı bir “kör cesaret” değildi.. Canların canı uğrunda can vermeyi bilen bir insanın tavrıydı.. Üstad, davasında fani olmuş bir insandı.

“Ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.”

Bütün bir mücadelenin sonunda, denizin dalgalanmasının, med-cezirlerinin sonunda sükunete kavuşmanın ve görevini huzur içerisinde sürdürmüş bir insanın huzur ifadesini veriyor: “Bu gençliği karşımda görüyorum” demekle… Bu çerçevede Üstad’ın ruh adaleleri hiçbir zaman nötr olmadı..

Bir şiirinde:

“Yaran kabuk tutmasın her an deş tazelensin,
Sen ağla gafil gülsün nadan yelpazelensin!” diyor.

Ve tarihi sonuç:

“Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevi babanın tabutunu musalla taşına , Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymandır.”

Fikirde, eylemde herşey tamam..

“Ey genç adam yolumu adım adım bilirsin.
Erken gel beni evde bulamayabilirsin!” ve

“Tohum saç bitmezse toprak utansın.
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı
Bunu sürdürmeyen çırak utansın!”

itminanı içerisinde emaneti, bayrağı kendisinden sonrakilere ulaştırmış olmanın verdiği uzun seferin sonunda “Bundan böyle senden beklediğim…” diyor Üstad.. Ötelere gidiyorum diyor adeta.. Dava taşını gediğine koymak kaldı sana diyor!

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes
Ey kahbe rüzgar artık ne yandan esersen es!”

Herşeyin yerli yerine nasıl oturtulacağının bütün fizibilitesi, projesi “mimarisi” hazırlanmış, tamamlanmıştır. Emanet “eylemciler”e yani gençliğe tevdi edilmiştir. Artık gemiler denize indirilmek üzere kızağına konmayı beklemektedir..

Üstadı anlatmaya cesaret ederken (eskilerin tabiriyle) “el emrü fevkal edeb” ölçüsüne sığınarak başladık..

Üstadı ne kadar anladığımıza ilişkin güzel bir benzetmeyi Aynştayn anlatıyor:

“Einstein’a fizikçi arkadaşları ‘Şu izafiyet teorisini bir anlat da öğrenelim’ demişler. Einstein de onlara şöyle cevap vermiş:

-Geçenlerde anadan doğma kör bir dostumla parkta oturuyorduk. Oradan sütçü geçiyordu. Dostuma: ‘Süt içer misin?’ dedim. ‘Süt nedir?’ diye sordu. ‘Beyaz bir sıvı’ cevabını verdim. ‘Sıvıyı anladım da beyaz nedir?’ dedi. ‘Kuğu kuşunun rengidir’ karşılığını verince, o tekrar: ‘Kuşu anladım, ama kuğu nedir?’ dedi. Ben de ‘Canım hani göllerde yüzen eğri boyunlu kuş var ya!’ dedim. Bu defa dostum: ‘Boyunu anladım da eğri nedir?’ dedi. Bunun üzerine arkadaşımın elini tuttum ve omuzundan itibaren, bükülmüş dirseğimin üzerinden geçirerek: ‘İşte eğri budur!’ dediğimde, muhatabım ‘Haa, sütün ne olduğunu şimdi anladım!’ cevabını verdi. İşte ben de İzafiyet Teorisini izah edersem, siz de onu ancak gözleri hiç görmeyen arkadaşımın sütü anladığı kadar anlayabilirsiniz!”

O’nun baş tacı ettiklerinden İmam-ı Rabbani Hz.leri konuşuyor:

“Öyle bir vakitte yaşıyoruz ki, İslam gayreti başkalarına cinnet gibi görünse de bizim bu mecnunluğu kabul etmemiz ve ona göre savaşmamız lazımdır. Böyle bir günde cihad, ‘‘ihad-ı Ekber’’ir, ve küçücük bir amel ve bağlılığın hudutsuz ecri vardır. Böyle bir günde söz ve fikir cihadı, her cihaddan üstündür..”

O, İmam-ı Rabbani’nin bu ölçüsü’nü gerçekleştiren adamdı!

O’nu anlayanlar; “Büyük Doğu çerçevesine girmiş herşey Büyük Doğu’nundur” ilkesiyle, Büyük Doğu’ya katkı rafineliğine kavuşmuş olanlardır.!

O her an “kendinde korku”yu hisseden ve “huzurda” olandı !

O “ölmeden önce nefsini hesaba çekenlerden” ve “Ölüp de ölmeyenlerden” di!.

O’nu “Manevi Baba” bilenler “Ölü arkasından ağıt” yakanlar olamazlar!

O’nu O’nun davasına yani Büyük Doğu’ya “nisbet” içerisinde “Teorik dil alanı” oluşturabilenlerdir ki anlayanlardır!

O’nun tarihi ihtar cümlelerinden biriyle bitirelim:

“Genç adam! Bu sözlerimin sorumlu muhatabı sensin!”

Ne mutlu O’na muhatap olabilenlere!…

(Bu yazı Ankara’da bir radyoda yapılan konuşmanın deşifresinden hazırlanmıştır.)